e-pi-ge-ne-tik: DNA dizilimindeki değişikliklerden kaynaklanmadığı halde nesilden nesile aktarılabilen değişiklikler. Günümüzün epigenetik epidemisinden (salgınından) sorumlu “kötü/bozuk genler” olarak da bilinir kendisi.

Ailede obezite, otizm veya kanser vakaları var diye faturanın zayıf genlere kesildiğine şahit olan var mı? İnanmayın bu saçmalıklara hiç. Genetik salgın diye bir şey olmaz. Evrimci görüştenseniz bile—Weston A. Price’cı okurlarım ile DMT psikonotlarını kızdırmayalım şimdi—DNA’mızda taşıdığımız genlerin milyonlarca yılda anca evrildiğini bilirsiniz.

Bugünkü bir genci ele alalım mesela. Hayatının ilk 20 yılında yediğinden içtiğinden, soluduğu havadan, kullandığı ilaçlardan dünyanın çevresel toksinini aldı, bünyesi ağır bombardımana maruz kaldı zaten. Yüklendiği bu toksik yük kendini, halihazırda sahip olduğu genler arasından “kötü” olanların devreye girmesi (aktif hale geçmesi) olarak kendini gösterecek, bu “kötüler” ekspresyona geçecektir. Bu kişinin DNA’sı değişmedi bakın; DNA’sındaki kanser, otoimmün hastalık veya obeziteye götürecek genler devreye girecek mi girmeyecek mi, bu değişti.

Bu hasarlı, ama aldığı hasar henüz hastalık olarak kendini tam belli etmeyen gencimiz, sonra gidip çocuk yapıyor. O çocuk hayata dezavantajlı başlayacak çünkü bedeninde anne babadan aldığı kötü genlerin bazısı da devrede. Buna çocuğun daha sonra maruz kalacağı onca toksini ekleyin şimdi, hasar büyüdü mü? Büyüdü. Kötü tabir edilen daha fazla gen devreye girdi. Böyle böyle bir de bakmışsınız, ailede kanserdir, akıl hastalıklarıdır, şekerdir, otizmdir babadan oğula geçer olmuş. Fakat bu kötü genlerin çoğu öyle babadan oğula geçmiyor aslında, çünkü kötü gen hepimizde olan bir şey. Bazısı diğerlerine oranla daha çok bağırmakta, hepsi bu.

Buradan nereye geçeceğiz? Kötü gen nasıl susturulur, ona bakacağız. Her şey yediğinizle başlıyor. Yediğiniz şey size can katacak, yaşam gücü sağlayacak vitamin/mineral ve diğer besleyici unsurlara sahip olmalı, değil mi? Herhangi bir gıdadan bahsetmiyoruz burada, gerçek yiyecekten bahsediyoruz. Bildiğimiz, geleneksel yiyeceklerden. Gerçek yiyeceklerdeki nutrientlerin (vitamin/mineral ve diğer besleyici unsurların) sahip olduğu metil gruplarını vücudunuz alır, kötü genlere tutturur.

DNA’ya bağlanmış durumdaki siyah-beyaz renkte metil grupları

Metil grup dediğimiz şey neydi peki? Üç hidrojen atomuna bağlanmış bir adet karbon molekülü; öyle çok karmaşık bir şey değil. Verdiğimiz sevimli çizime bakın, gayet rahat anlarsınız. İnsan vücudundaki hücrelerin hepsi de istenilen hücre tipine dönüşmelerini sağlayacak programlamaya sahip, fakat gidip de “Hey! Diğer herkes bir sussun bakalım, ben şimdi bu hücreyi alıp göz hücresi değil ama kalp hücresi yapacağım”, diyebilecek tek kişi, embriyonun DNA’sına tutturulu bu metil grupları. Avazı çıktığı kadar bağırmaya çalışan bir ağza kapatılmış el gibi dünün bunu; aynı şekilde, sıkı sıkıya metillenmiş bir “kanser geni”, susturulmuş bir gendir. Bedenlerimizdeki toksik yük işte bu koruyucu metil gruplarını yıkıp dağıtıyor veya gidip yanlış yerlere bağlanıyorlar, öyle olunca da bir işe yaramıyorlar.

Doktorunuz ne diyor? “Detoks programı uygulamak da ne demekmiş! Vücudun zaten kendi kendini arındırıyor! Bu sabah çiş yaptın mı sen? Hah, yaptın işte detoksunu!”. Evet belki birkaç yüzyıl önce durum buydu, fakat günümüz şartlarında vücutta işler detoks bakımından pek kesat. Epigenetik epidemisinde yüzer haldeyiz. Buraya nasıl mı geldik, gelin anlatayım bakın:

  • 1940’larda başladı kurşun, cıva, benzen, kadmiyum, DDT ve asbestosla rutin tanışıklığımız. Yaşasın Kimya Devrimi! Doktorundan penisilin ve yasal speed (metamfetamin) alıp, Teflon tencere/tavada pişirilmiş yemeklerle beslenen, florlenmiş şebeke suyunu içen ilk nesildi bunlar. Parçaları formaldehidle birbirine yapıştırılmış kontrplaktan möblelerde oturdular, çalıştılar, yatak diye yattılar. Yetmiyormuş gibi 1938’den 1971’e dek ABD ve İngiltere’deki toplam 10 milyon gebe kadın düşük engelliyor diye DES [dietilstilbestrol] aldı. 1950’de doğan çocuk çiçek aşısı, ilk çıkan [eski] tam hücre DBT [difteri- boğamaca, tetanoz]’yi gördü, ondan bir beş yıl sonra da polio için toplu aşılama programı başlatıldı. Metil grupları sinek kovalar gibi kovalanıp dağıtılan bu kuşak, gördükleri hasarın %2 kadarını çocuklarına aktardı.
  • 1950’li çocuk 1970’te ilk defa anne olduğunda, kendinden önceki hiçbir neslin taşımadığı kadar toksik yük taşımaktaydı. Salt kendisi değil, karnındaki çocuk da taşıyordu aynı yükü ve tabii doğan çocuğunun sahip olduğu tüm yumurtalar da… 1970’de doğurduğu bebek daha anne karnından sigaraya maruz kaldığı gibi, doğduktan sonra bir de DBT, polio, çiçek ve KKK (kızamık-kabakulak-kızamıkçık) aşılarını oldu, o da yetmezmiş gibi bir de bu aşıların çıkardığı ateş yüzünden Paracetamol (Tylenol) gördü. Annesini emmek yerine biberon maması aldı, üstüne de yanmasın diye alev geciktirici kimyasala doymuş pijama/tulum giydirildi. Kirli hava soluyarak büyüdü, hazır/işlenmiş gıdalar ve strafom bardaklarla yetişti. Hastane acilini her ziyaret, sokulduğu tomogrofiden yüklendiği koca radyasyon dozu ile neticelendi. Ağzında amalgam dolguları, üniversite yıllarında doğrum kontrolü için hormon haplarını aldı, bunlar ruhi dengesini bozunca da bu defa Prozac’a başladı. Bütün bunlar daha 1995’te anne olmadan önce yaşadıklarıydı, DNA ekspresyonu yaş aldıkça dağılmaya programlıydı artık. Annesinden devraldığı %2’lik kötü genin üzerine kendi aktive ettiği %2’lik kötü gen de eklendi, bunu da 1995’te doğurduğu çocuğuna aktardı.
  • Bu 1995 doğumlu bebek, aşı programındaki felaketle sonuçlanacak revizyondan 5 yıl sonra, yaşanan otizm ve besin alerjileri tsunamisinin ilk dalgasında dünyaya gelmiş oldu. Bu kızcağız her biri birkaç sefer olmak üzere DBT, polio, Hib, Hep B ve KKK aşılarının yanısıra, bir de piyasaya yeni çıkmış su çiçeği aşısını olacaktı. 1995’li bebeğimiz vücudun D vitamini yapmasını engelleyen güneş kremlerine bulanarak büyütüldü, dişlesin diye eline Çin malı BPA’lı plastik diş kaşımalıklar verildi, kimsenin ruhu bile duymadan bir güzel genetiğiyle oynanmış mısır ve soyayı yediğiyle kaldı. Bluğa erdiğinde her sene rutin grip aşısını olmaya başladı, anne-babasına baskı yapılmışsa bir de üzerine HPV aşısını oldu.

1995’li bu çocuk 2021 gibi anne olduğunda, çocuğu da 4. nesil temsili saatli bombamız olacak.

Sakın aklınıza bunun sadece kadınlarla alakalı olduğu gibi yanlış bir düşünce gelmesin—değil çünkü. Avazı çıktığı kadar bağıran kötü genlerin %50’si anneden geliyorsa, diğer %50’si de babadan geliyor. Silahlı kuvvetler mensubu ailelerde otizm oranı geri kalan nüfusa göre neden iki kat daha fazla görülüyor? Normal nüfusa oranla çok daha fazla aşı gören babalar yüzünden.

Amerikan halkının gen ekspresyonu ve immün sistem fonksiyonunu yıkıp geçme çalışmalarında 75. yılımızdayız. Her birkaç senede bir otizm oranlarının ikiye katlanmasının da, onun yanısıra diyabet, artrit, epilepsi, DEHB ve besin alerjilerindeki patlamanın da gayet basit bir açıklaması var aslında: Canımızı dişime takmış, kendi kendimizi yok etmeye çalışıyor olmamız.

Bağışıklık sistemi zayıf, genetik açıdan hastalıklara yatkın insanlar eskisi gibi tek tük değil artık. Aksine, heryerdeler. Son 80 yılda zengin olma sevdasıyla yola çıkmış her ne özel çıkar grubu varsa, bugünkü sağlığınız bunların herbirinin ete kemiğe bürünmüş hali işte. Çok sağol be Dow Chemical.

Ailenin epigenetiğini düzeltmek için yapabileceğiniz neler mi var? Başlıbaşına bir yazı konusu bu ama, epigenetik dediğimiz şey kalıcı, değiştirilemez olmak zorunda değil. Metil grupları bebeğe ne zaman büyüyeceğini söylüyor, ergenlikle birlikte değişime uğruyorlar ve hücrelere ne zaman öleceklerini de bunlar söylüyor. Sadece bir 10 yılda DNA metilasyonumuz bir önceki onyıldan %20 farklı olabilir. Bu metil grupları değişebilen yapılar. Hemen bugün müdahale edilse geç kalınmış sayılmaz ve çocuk doğurma yaşında olanlar için de, bugün yapacağınız değişikliklerin sizin ve ileride sahip olacağınız çocuğunuzun sağlığında olduğu kadar torunlarınızın dahi sağlığında fark yaratabileceğini hatırlatalım.

İşe metil-donörü beslenme biçimi neye benzer, bunu araştırmakla başlayın. Doğum kontrol hapı kullanıyorsanız, bırakın. Antasit ilaç almayın. Stresi azaltın, meditasyona başlayın. Glütensiz beslenmeye geçin, süt ve süt ürünlerini azaltın, onlar da yem görmemiş hayvandan olsun. Bol yeşillik yiyin, portakalı, çileği ve yem görmemiş tavuktan gerçek yumurtayı arttırın. Soyayı, mısırı diyetinizden çıkarttığınız gibi, GDO soya ve mısır ile beslenmiş hayvanı da yemeyin. Uykunuzu alın. Sağlıklı yaşam tarzı dedikleri böyle bir şey işte.

Banyo suyuna katacağınız bir gram ‘GDO olmayan-C vitamini’ ile, sindirim yolu bakterilerinizin katili klorü nötralize edebilirsiniz. Klorlü su içmeyi de bırakın. SAM takviyesi kullanın. MTHFR’dan anlayan bir doktor bulup hangi metilfolatı kullanmanız gerektiğini öğrenin.

Sonuç olarak, 1950/60/70/80’lerde üstümüze DDT sıkılsın diye sıralarda beklerdik, cıva ile oynayıp tehlikeli atık yiyerek büyüdük, ama bak bir şeyimiz yok çok şükür diyenle karşılaştığınızda bırakın, hiç uğraşmaya bile değmez. Hiçbirimiz öyle “bir şeyimiz yok çok şükür”lük halde değiliz ama yaşı 40’ın üstünde olanlar sizin hedef kitleniz değil zaten. Geleceğimize odaklanın siz: gençlerle diyaloğa girin.

Görseller: Norbert Niessen

ÖNEMLİ NOT: Bu yazı, Levi Quackenboss blogu yazarının izni dahilinde Türkçeleştirilmiştir.