Dr. Dietrich Klinghardt der ki:

“Otizm dünyasında yer yine yerinden oynuyor. Kerri Rivera’nın başarısı bu. Elinizde tuttuğunuz bu kapsamlı kitabında, ‘BİYOMEDİKAL YAKLAŞIM’ın özünü oluşturan ve çocukların %90’ında %90 oranında etki sağlamış tekniklerin yoğunlaştırılmış ve basitleştirilmiş halini sunuyor sizlere.

Kerri’nin vücutta süregiden kronik ENFEKSİYON ve ENFESTASYON (parazit istilası) yükünü azaltma odaklı bütüncül ve HERKESİN BÜTÇESİNE UYGUN yaklaşımı, çoğu otistik çocuk ve gencin EN TEMEL sorununa çözüm sağlıyor.

Kerri’nin yöntemini bugüne değin çok sayıda çocuğu GÜVENLİ yoldan, fazla bir MALİYETİ DE OLMADAN ve SAĞLAM şekilde iyileşmeye götürmüş bugüne kadarki EN ÖNEMLİ araç yapan da bu özelliklerdir.

Araştırmalarının geçerliliği, dünyanın dört bir yanından binlerce ailenin elde ettiği muazzam olumlu sonuçlarca teyit edilmiş durumda.”

A: Ben de o binlerce ebeveynden biri, Kerri’nin “Çocuk Azad Etme Ordusu”nun yeni ve bununla da iftihar eden bir üyesiyim şahsen.
Kendini bizlere bizzat tanıtacak zaten ve ailesinin otizm yolculuğunu, deneyimlerini paylaşacak bizimle ve elbette tüm bu deneyimlerin ortaya çıkarttığı ve YÜZLERCE çocuk ve gencin “ÇARESİZ” diye bilinen bir rahatsızlıktan kurtulmasını sağlamış protokolünden konuşacağız birlikte.

Bu konuşmadan sonra otizmin ne olduğu ve ne OLMADIĞI umuyorum çok daha iyi anlaşılacak. Kerri bizlere bu içinden çıkılması zor mu zor ‘Otizm Bulmacası’nı basit bir dille anlatarak resmin bütününü görmemize yardımcı olacak.

Meksika’da kurulmuş ilk BİYOMEDİKAL OTİZM KLİNİĞİ’nin eski sahibesi, anne ve homeopat, “Otizm Olarak Bildiğimiz Belirtilerden Kurtulmak” kitabının yazarı, gönlü geniş insan, yılmaz savaşçı…Kerri Rivera…

Hoş geldin Kerri, merhaba.

Teşekkürler. Program davetin için çok teşekkür ediyorum sana.

A: Bizim için büyük zevk…her zaman… Biraz geçmişe dönelim istersen, oğlun Patrick’in ilk Otizm tanısı aldığı zamanlara bir uzanalım… Yaşamınız neye benziyordu o dönem ve tanının ardından neler gelişti?

2000’li yılların başı, ilk büyük otizm dalgasının ortaya çıktığı dönemler ve Kerri meksika’da . . .

Patrick çok geç tanı aldı. Şu an 16 yaşında, yani bundan tam 14 sene önce otizmi vardı fakat ben bunun ne olduğunu dahi bilmiyordum, niye o şekilde davrandığını bir türlü anlayamıyordum.

“İki dilli çocuk bu”, “çok şımartılmış, ondan böyle” veya “2. yaş sendromudur, geçer” gibi laflar duyuyorduk çevremizden. Neden bunca zor bir çocuk olduğuna bulunacak bir sürü bahane vardı anlayacağın. Ve tabii bizim zamanımızda o kadar bilinen/görülen bir şey de değildi Otizm, şimdi nereye baksanız görüyorsunuz otizmli çocuk. O zamanlar durum böyle değildi. O yüzden de tanı alması çok gecikti.

Çünkü 2 yaşındaki fotoğraflarına bakıyorum ki o noktada kesinlikle kayıp bir çocuktu Patrick, durumu ondan ÇOK DAHA KÖTÜ hale geldi çünkü hiçbir tedavi filan görmüyordu, böyle böyle durumu gitgide daha ağırlaştı.

Teşhis aldığında artık 3.5(!) yaşındaydı. Berbat ishali vardı, ağlayıp duruyordu, tabii zaptedilemez durumdaydı, salya akıtıp duruyordu, yediği tek şey aburcuburdu; öyle bir noktaya geldi ki iş, hiçbir şekilde elini sağlıklı diyebileceğimiz herhangi bir şeye sürmez oldu; ne sebze, ne meyve, ne et … hiçbir şey yemiyordu. SÜT ve UNLU yiyeceklerle yaşıyordu diyebiliriz veya CİPS vardı yediği ve buna benzer şeyler… Hakikaten başka sürdüğü bir şey yoktu ağzına.

Ağlamaları, bağrış-çığrışları öyle fenaydı ki sussun diye artık kim eline ne geçerse al bak bunu ye diye çocuğa tıkıştırır olmuştuk, hani tek bağırması dursun, histeri sona ersin diye… Tabii bu verdiklerimizin hepsi kötü yiyeceklerdi ve çocuğu daha da hasta ettiğimizle kaldık.

otizmde beslenme ve dil gelişimi ilişkisi

En nihayetinde, Otizm tanısı aldığında, bir tanıdığım, yine bir anne, “bir perhizden bahsedildiğini duydum ben” dedi bir gün bana. Konuyla ilgili bana ilk kaynak sağlayan o anneydi; bir yiğeninden mi ne almış kitabı o da…

Çarçabuk okudum bitti kitap ve burada söylenen şey esas itibariyle, diyetten GLÜTEN ve KAZEİN çıkartıldığı takdirde otizm belirtilerinin ortadan kalkmaya başlayabileceği idi.
Tamam, yapabileceğimiz bir şey bu dedim kendi kendime. Belki bir 3 hafta boyunca her gün patates kızartması(!) yedi çocuk. Tek yediği süt/peynir, unlu hamurişi ve kızartmalar olunca, ilk ikisini çıkartınca geriye bu kaldı tabii. Evde kendimiz patatesini kızartıyor, deniz tuzu ekleyip yediriyorduk Patrick’e.

Salt patates yemeye başlamasının üçüncü günü filan–çocuklara patates yedirilmesini savunduğumdan değil elbette, fakat hakikaten ÇER-ÇÖP – UNLULAR/SÜT-PEYNİR ve PATATES dışında HİÇBİR ŞEY yemeyen bir çocuktu bu, o yüzden, tamam, patatesle başlıyoruz işe dedik biz de–Durum şuydu; 1 yaşında konuşma becerisi olan bir çocuktu, fakat 2 yaşında olmasına rağmen kesinlikle derdini anlatmak veya bizimle iletişim kurmak için filan sarf etmiyordu bu kelimeleri. Ve perhizin 3. gününde yeniden birkaç kelime söyler olmuştu.

Yani 2.5 yaşında hiç konuşamayan bir çocuk bu ve bu berbat “patates rejimi”ne geçtiğimizin 3. günü birden 3 kelime birden söylüyor. Ümitlendik tabii o noktada, hiç yoktan iyi bir gelişmeydi bu bizim için.

biyomedikal tedavilerle tanışma

Sonra, tenis klübünden–oğlumun otizm teşhisinden haberdar–bir tanıdığım, “Kanada’da böyle böyle bir arkadaşım var, orada bir dernekle bağlantısı da var, ona ulaş bir an evvel” diyor bana.
Hemen bağlantıya geçiyorum tabii bu kişiyle, bana otizmin işte tüm bu TOKSİNLERDEN ve işte daha bir sürü şeyden kaynaklandığını anlatıyor. Ve diyor ki, BİYOMEDİKAL TEDAVİYE başlaman lazım! Bazı vakalarda kesin iyileşme sağlanması mümkün, fakat her halükarda düzelme oluyor çocuğun durumunda, diyor. Ve bu da benim için Amerika Birleşik Devletleri’nin neredeyse tüm büyük şehirlerini kapsayan, çocuğumu iyileştireceğim diye o muhteşem uzmandan bu dahi doktora kapı kapı dolaşma serüvenimin başlangıcı oluyor.

PERHİZLE kesinlikle ilerleme kaydetmiştik, bu beslenme şekli Patrick için bulmacanın hakikaten önemli bir parçasıydı. Fakat onun dışında pek bir şeyin–ha belki bir HİPERBARİK OKSİJEN TERAPİSİNİ sayabiliriz, o iyi gelmişti bize; Bu da bizim için oldukça yüreklendirici gelişmelerdendi ve tabii sonrasında repertuarına yeni kelimeler eklenip durdu. Fakat bundan başka da pek başka bir şeyin işe yaradığını söyleyemeyeceğim; Kliniğimizde uyguladığımız (IV – damar içi) ŞELASYON tedavisi mesela, pek bir sonuç vermedi… BESİN TAMAMLAYICILARIN da öyle fazla bir faydası olmadı bizde…Kimi çocuk diyelim hani bir GABA veya başka bir iki takviye alıyor ve konuşma problemi anında çözülüveriyor! Muhteşem bir şey tabii bu! Fakat yine, her çocuğun durumu farklı olabiliyor işte.

Ve sene 2010 olduğunda, çaresizlikten oturdum dua ettim artık! “Bir şeyler” olmalıydı yapılabilecek, yoksa senin de dediğin gibi işlettiğim o biyomedikal tedavi kliniğinde insanlara [sözümona] “yardım etmeye” devam etmenin ne manası olabilirdi ki?! Çünkü hani perhizi yapıyorsun tamam, HBOT’u da aldın, o da tamam… Buraya kadar gayet güzel yakaladığın gelişme ivmesi bu noktadan daha ileriye gitmiyor, yerinde sayıyorsun bir anlamda… İnsanlar, olmayan(!) paralarını akıtıp duruyorlar çocuklarının tedavisine, fakat bu noktada daha da bir ilerleme yok görülen…
O yüzden ümidim kırılmaya başlamıştı işte. Tüm bu DAN! (Defeat Autism Now!) hareketine; pahalı tedaviler uygulayan tüm bu biyomedikalci doktorlara, çanta dolusu kullanılan besin tamamlayıcılara inancımı yitirmeye başladım.

Çocukları iyileştirdikleri filan yok ki bu doktorların?!

Tabii bu “DAHİ”lerin çoğunu bizzat dolaşmışım ben; hani şu fahiş fiyatlara çalışan, şöyle zeki, böyle isim yapmış hekimler bunlar. Buna rağmen yok, hiç ilerleme olmuyor.
Bu doktorlara danışan başkalarından da sonuç alan yok. Evet işte perhizi yapıyorsun çocukla ve bir miktar düzelme oluyor, sonra ne yaparsan yap yerinde sayıyorsun.

yol ayrımı noktası ve klordioksit

Ve sonra ‘KLORDİOKSİT’ girdi hayatıma, esasında 1 sene kadar önce satın almıştım ben bunu da öylece kaldırılmış bir köşede duruyordu evde işte.

A: Peki nereden bulmuştun ki bunu? O sırada Meksika’da yaşıyordun yanılmıyorsam?

Meksika’da bize yakın büyük bir şehirde çalışan doktor vardı otizmli çocuklara damar içi şelasyon yapan. Benim kliniğimde de uyguluyorduk bu şelasyon tekniğini. Onunla görüşmek için uğradığımda kliniğine bir hemşire girdi odaya. Koca bir kutu taşıyor elinde, üstü açık kutunun… Kutunun bir tarafında minik yeşil şişeler dizili diğer tarafta minik mavi şişeler… Tam bir renk cümbüşü; zümrüt yeşili, camgöbeği mavisi, ne ararsan var. Tabii ben hemen “Vay, bu ciciler de neyin nesi?” deyince, “bunlar DETOKS DAMLALARI” demez mi? Alıverdim hemen oracıkta birkaç tanesini tabii ben. Götürdüm eve bunları, fakat o ara pek yüzlerine bakamadım açıkçası, malum, o ara yine bir başka saçma sapan, fiyasko terapiyi denemekle meşguldüm. Herneyse, o da boşa çıktı ve ben artık ümidimi tamamen yitirmek üzereyim, KÖK HÜCRE TEDAVİSİNE kadar akla gelebilecek NE VARSA DENEMİŞİM bu noktada ve işe yaramamış. Yol ayrımındayım, artık oğlum için gerçek manada iyileşme şansı olmadığı fikrini kabullenme aşamasındayım. Biyomedikal tedavilerle hiç yol katedemiyoruz çünkü. Orada burada biraz bir gelişme gördüğünle kalıyorsun bu tedavilerle, o kadar.

asenak

Otizm sadece davranış bozukluğu mudur sahiden? Bir daha düşünün! Otizm; nöbet, besin/mineral yetmezliği, (viral, fungal, bakteriyel) enfeksiyonlar ile parazit enfeksiyonları, aksak detoksifikasyon işlevi, gıda entoleransları ve alerjiler, türlü bağırsak sorunları ve bağırsak iltihabı, immün sistemde işlev bozukluğu, egzama, iltihap demektir. Hastalık Etiketini Değil, Çocuğu Tedavi Edin!

 

otizm nedir?

Temmuz’da oluyor bu evrene yakarış epizodu bende, sonra bu ‘KLORDİOKSİT’ düşmeye başlıyor aklıma. Başlıyorum Google’da KLORDİOKSİT kullanım alanlarını aratmaya, çünkü Otizmin VİRÜS, BAKTERİ, KANDİDA ve AĞIR METAL demek olduğunu biliyorum.

  • Virüsler için kullanılıyor mu diye bakıyorum, virüs zarfını (dış zarını) açtığını ve böylelikle virüsü imha ettiğini okuyorum.
  • Bakterileri öldürüyor, Kandida’yı öldürüyor ki esasında bu rahatlıkla öldürülebilen basit bir patojen sayılır.
  • Parazitleri güçten düşürüyor; bunu da bedenin iç ortamını değiştirerek yapıyor ki parazitler yaşayamasın, özellikle de kandaki küçük parazitler…
  • Ve AĞIR METALLERİ NÖTRALİZE EDİYOR.

Bu da, benim kitabımda OTİZM’i oluşturan her ne varsa tek tek karşılanması demekti.

VE üstelik MİTOKONDRİLERİ de çalıştırıyor! Bu da, VÜCUDUN KENDİNİ İYİLEŞTİRMEK İÇİN YENİDEN ÇALIŞMAYA BAŞLAMASI demek.

Klordioksit alımının sağladığı şey özünde bu aslında; BEDEN KENDİ KENDİNİ İYİLEŞTİRİYOR ESASINDA, hani biri gelip şalteri kaldırıyor, jeneratör yeniden çalışmaya başlıyor gibi düşün.

Böylelikle klordioksite başlamaya karar veriyorum…

Ve 10 yaşına basacak…

Doğumgünleri hep zor geçen günler olmuştur benim için çünkü “Bir yıl daha geçti gitti, oğlum hala iyileşmedi”nin zihnimde döndüğü zamanlardır. Çetele çıkar ortaya, hesaplaşma zamanıdır ne başardık ne başaramadık diye. Fakat o yıl ‘Klordioksit’e başlayacaktım bakalım, araştırmamı da yapmıştım ama nasıl kullanacağımı bilmiyordum çünkü bunu daha önce çocukta denemiş kimse yoktu henüz. Jim Humble bunu sıtma ve daha pekçok hastalık için kullanıyordu kullanmasına ama çocukta dozaj tam olarak ne olmalı, bilmiyordum. Çünkü bunu kendisinden satın aldığım doktor, “günde birkaç sefer 1 damla verebilirsin” demişti fakat fazla muallak kalıyordu bu da.

Patrick’e 1 damla ile başladık CD’yi, her şey yolunda gözüküyordu. Ertesi gün günde 2’ye çıkardık 1 damlalık dozu ve bu noktada Jim Humble’a e-mail attım. Kendisinin e-mailini bile bilmiyordum tabii, websitelerine yazdım öyle, ve dozu nasıl ayarlamak lazım diye sordum kendilerine. Neyse, sonunda kendisine yakın kişilerden biri Jim Humble’ın benimle bağlantıya geçmesini sağladı, yazışmalarımızda bana “11 kiloluk çocuk için 1 damla günde 8 defada alınacak, Patrick de o zaman 45 kilo…

Cuma günü bu tabloya göre başladım dozları vermeye, oo şahane diye düşünüyorum–tabii önceki bütün hafta sabah bir damla akşam belki bir damla daha filan diye gitmişim, alsa alsa en fazla günde 3 defa 1 damla almış o ana kadar. Tabii kilosuna göre çıkabileceğimiz maksimum doz da bu durumda 8 dozluk bölümler halinde alınacak 24 damla.

Başladım ben vermeye 3 damla, 3 damla, 3 damla daha derken, öğlenleyin öyle bir fışkırarak kustu ki?! Midede ne var ne yok çıktı! Hayli dramatik bir sahne bu tabii–ki Klordioksite bunca yüklenilmesinin nedenlerinden biri de bu bana kalırsa, çünkü dozu birden yükseltir, birden yüklenirseniz Herxheimer etkisi oluşturursunuz, ölümcül filan bir şey yok ortada, fakat hayli dramatik olabiliyor işte bu tür istifra vakaları veya karın ağrısı durumları. Böyle bir şey oluyorsa fazla hızlı gidiyorsunuz demektir, bu kadar basit.

Tabii kontrol edecek kimse yok başımızda ve sene 2010 daha, Fakat herneyse… Aynı akşam(!), salonda oturuyorum…
Patrick’in de orada karşısından ayrılmadığı dokunmatik ekran bir bilgisayarı var, onun karşısına geçip bir taraftan ellerini sallayıp zıplayıp durur, arada da ekrandan bir şeyler değiştirirdi hep. Ve hadi yatalım artık demeseniz orada sabaha kadar da durabilirdi bu çocuk, sabahın 2’si 3’ü hiç fark etmez, yorulmuyordu.

Ancak bu gündüzden 8 defa 3’er damla aldığı ve o dramatik istifranın yaşandığı Cuma gününün akşamında, –ki iyiydi de istifradan sonra, yemeğini filan gayet normal yedi, her şey yolundaydı yani–saat daha 21.00 ve bana dönüp “YATAK İSTİYORUM,” dedi.

O güne kadar vaki değil kendiliğinden yatmak istemesi! Akşamları amigoluk görevi benimdi hep, “HAYDİ YATAĞAA” veya “HAYDİ DUŞAA” filan diye eğlendirerek ikna ettiğim çocuk bu.
Odada başka kimse de yok, bir o bir ben varız. Hah dedim herhalde aklımı oynatıyorum, olmayacak şeyleri hayal da etmeye başladım diye düşünüyorum kendi kendime, çünkü mümkün değil böyle bir şeyin yaşanmış olması.

PEKi?! dedim…Ve dememle merdivenleri çıkmaya başlamaz mı?!
Vay canına, odasına çıkıyor hakikaten de diyorum kendime.
Odasına çıktık, döndü, yüzüme baktı ve bu defa da “BANYO İSTİYORUM!” dedi!
Böyle sıradan/gündelik şeyleri talep ettiği vaki değildi hiç, hani karnı acıktığında tavuk istiyorum filan diyordu veya dışarı çıkıp yürüyüş yaptırmamızı istiyordu fakat böyle zaten yapılması gereken sıradan işlerin bahsini asla etmezdi.

Hmm, peki?!, dedim yine…Kendi tıpış tıpış banyoya gidip küvete girmez mi?! Süngeri alıp köpük köpük köpürtüyor kendini, gülüyor, eğleniyor…
Ama öyle KANDİDA GÜLMESİ filan değil bu bak,hani bilirsin otizm aileleri hemen tanır o gülüşü: “Bak bak, mantardan gülüyor gene” derler hemen.
Fakat hayır, gerçekten keyif alıyordu çocuk o an banyosundan ve gerçekten bakıyordu(!), herzamanki gibi BOŞ BAKMIYORDU gözleri etrafa! Çünkü otizmli çocukların ekseriyası göz teması kurmaz pek, boş bakar etrafa–ki düşün bak perhiz ve yanında yaptığımız onca farklı şeye rağmen(!) özellikle bakışlardaki o donukluk hala sürüyordu.

Banyosunu bitirdik ve havluyu yüzünden geriye doğru çekerken bir de baktım ki GÖZLERİ GÖZÜMÜN TA İÇİNE BAKIYOR ve keyifle GÜLÜMSÜYOR! Hani gözünün önünden o otizm perdesi kalkmış gibiydi adeta! Tabii hemen bir günde iyileşmiş filan değildi fakat, üstündeki o perde kesinlikle kalkmış, altından yeniden oğlumun yüzü görünmüştü. Bunu en iyi böyle ifade edebilirim sanırım.

Kurulandıktan sonra bu defa, “DİŞ FIRÇALAMAK İSTİYOR BEN” dedi.
Yine, hayatta dişini filan fırçalamak istediğini söylemiş bir çocuk değil o güne kadar. “Haydi dişlerimizi fırçalayalım” diye oyunlar yaparak fırçalatmışız hep o güne kadar dişini. Aldı fırçayı eline fırçalıyor, bir yandan kıkırdıyor da kıkırdıyor…

O bitti bu defa “TANİYE İSTİYOR BEN” dedi.
“Taniye” de ne diye düşünürken ben, “BATTANİYE” olduğunu anladım dediğinin. Battaniye mi istiyorsun der demez ben “EVET” diye bağırıp yatağına atladı ve battaniye oyunu oynamaya başladık, hani bir o yana bir bu yana çekip şakalaşıyoruz,

FAKAT GÖZÜMÜN İÇİNE BAKARAK OYNUYOR BENİMLE! Hiç ama hiç yaptığı bir şey değil daha önce bu..

idrak anı

Bizim için ilk İDRAK ANI bu oldu işte, tamam dedik, işe yarar bir şey yakaladık sonunda, işin sonu nereye varır hiçbir fikrimiz yok ama…

Bu olaydan sonra tabii kliniğime gittiğimde insanlar geliyor herzamanki gibi, tamam diyorlar, protokole başlamaya hazırız, ne yapıyoruz şimdi diye soruyorlar… E ben de, “şey, şöyle şöyle bi’ damla var…” diye bahsediyorum tabii insanlara. Ben bunları klinikte satıyor filan değilim, gidip dışarıdan temin etmeleri gerekiyor insanların, ki bugün dahi herhangi bir şey satıyor değilim…
İnternet üzerinden satın alıyordunuz bunları…

O güne kadar klinikteki protokolümüz şuydu; insanlar gelir, ‘perhiz’i anlatırım, gidin başlayın bu perhize, bir hafta yaptıktan sonra gelin, ondan sonra yapılacakları konuşalım diyordum insanlara. Oysa şimdi insanlara direkt, “Mutlaka gidip bu damlaları alıyorsunuz, bir damla ondan bir damla bundan ekleyip karıştırıyorsunuz” filan diye anlatıyorum.

Klordioksitle ilk iyileşme vakası

Sonra, aylardan Kasım olduğunda, OTİZMİ bu yolla YENEN ilk çocuğumuzun haberi geliyor. Vay canına, bu akıl alır bir şey değil diye düşünüyorum kendi kendime çünkü–

A: 3 ayda oluyor yani bu?

–evet 3 ay içinde iyileşti bu çocuk. Oldukça yüksek fonksiyonlu otistik çocuklarımızdandı bu, Aspergerli filan değildi kesinlikle ama çok yüksek fonksiyona sahipti zaten ve otizm tanısını kalktı bu şekilde. Anne zaten psikologdu, çocuğuyla çalışıyordu filan, o tarz durumlardan biriydi yani.

Ardından o yılın Ekim, Kasım ayı gibi İspanya’dan bir aile geldi kliniğimde HBOT tedavisi almak için. HBOT seanslarıyla birlikte damlaları da aldı kızları, bir yandan perhiz de yapılıyor tabii
ve seanslar tamamlanıp İspanya’ya dönmelerinin üstünden 4 hafta geçmeden bir e-mail alıyorum anneden…

Mailin konu başlığı şu: “İYİLEŞMİŞ KIZ ÇOCUĞU”.

Ve çocuğu gören psikolog ve psikiyatrlar kelimenin tam manasıyla şaşkın durumdalar, “Anlaşılır şey değil, bu çocuk hayatının herhangi bir döneminde nasıl otizm tanısı almış olabilir?
Çünkü bu çocuk otistik değil, Otizm de tedaviyle geçecek bir şey değil, o zaman olsa olsa YANLIŞ TANI KONULMUŞ olabilir bu çocuğa?!” filan diyorlar, hani öyle demeye getiriyorlar…
Bunu da görünce tamam dedim, cidden başka bir şeye benzemeyen felaket bir şey var elimizde!

Sadece Amerika Birleşik Devletler’nde 2025 yılında 276 milyar ila 1 TRİLYON dolara ulaşması beklenilen otizm bakım ve tedavi endüstrisi

Tabii o zaman tüm dünya otizme çare bulunsun istiyor diye düşünüyoruz, kim ister insanların otizmli kalmasını?! Kimse tabii!
Fakat sonra otizm dünyasında biraz zaman geçirince fark ediyorsun ki, bazıları(!) bu işi ticarete dökmüş!
Bu noktada konu hakikaten can sıkıcı bir hal alıyor işte.

Bir noktada, Venezuela’da verdiğim bir konferanstan sonra tam 28 iyileşme vakası kaydedildiği oldu mesela. Vakfın kurucularının da desteği ile bir konferans verdim, ve aşağı yukarı bir 1,500 kişi filan katıldı o konferansa. Konferansı bitirdik, ardından vakfın başkanı ile birlikte oturduk bir odaya ve peşpeşe orada sıra olmuş bekleyen çocukları kabul etmeye başladım. Böylelikle vakit kaybetmeden oradaki çocukları protokole başlatmış olduk. Vakfın başkanı kendisi de bizden sonra bir 200 çocuğu daha başlattı protokole.

Bundan bir 6 ay sonra, 2011 Ekim’inde takip ziyareti için tekrar gittim Venezuela’ya ve yanımda da bu Amerikalı DAN! doktorlarından birini götürdüm bu sefer. Kendisi de gördüğü hastalarda bizim bu prokolümüzle çok çok iyi sonuçlar almaya başladığından konuyla iyice ilgilenmeye başlamıştı, o yüzden benle geldi.

Ve o takipte, ATEC skoru ‘0 – 10’ arasına düşmüş, otizmden kurtulmuş, tanı bırakmış 28 çocuk gördük!

DAN! doktorumuz hakikaten çok etkileyici buldu alınan sonuçları, HEPİMİZ için fevkalade etkileyiciydi tabii sonuçlar. Böyle olunca ‘Autism Research Institute’ (ARI) – Otizm Araştırmaları Enstitüsü direktörü Stephen M. Edelson’la bağlantı kurup, bak ne inanılmaz bir şey oldu, muhteşem sonuçlar alıyoruz diye haber verdim kendisine.

Otizmde Biyomedikal tedavi akımının öncüsü, Dr. Bernard Rimland

Otizm için bugün kullanılmakta olan BİYOMEDİKAL TEDAVİLERİN temelini 1964’te yazdığı “Infantile Autism” kitabıyla atan kişi Dr. Bernard Rimland’dır. Kendisi psikiyatristti, oğlu Aspergerliydi ve ilk defa beslenmenin otizm tedavisindeki yerine dikkat çekmiş kişi de kendisiydi. Bu tür bağlantıları ilk kuran ve beyin fırtınası yapmak üzere pekçok daldan uzmanı biraraya getirip fikir üretilmesini sağlayan kişiydi kendisi.

A: “Otizmin o güne kadar kabul edildiği şekliyle “buzdolabı anne” sendromundan kaynaklanmadığını ilk açıklayan da kendisiydi, değil mi?”

Yo yo, kesinlikle, o efsaneyi tamamıyla bertaraf etti kendisi. Ve fakat kendisi aynı zamanda hakikaten samimi, içten bir insandı. Ve kesinlikle otizme geliştirilecek çarenin peşindeydi,
kendine isim yapmaya veya zengin olmaya çalışan biri filan değildi, ki bugünlerde eşine az rastladığımız(!) özelliklerdir bunlar!

Ve eminim bugün o hayatta olsaydı şayet, protokolümüz için her şey çok farklı olurdu, çünkü olay şu; birini hastalıktan kurtardığınız, iyileştirdiğiniz bir şeyle o kişiye zarar da vermiş olamazsınız, gayet net. Zehir zehirdir, öyle yada böyle…Ya bunu verdiğimiz istisnasız herkes zarar görüyordur bundan ya da hiçkimse.

Bugüne kadar bu protokolle otizm tanısı bırakmış 236 çocuk olduğuna göre, burada kimseye zarar filan verilmiyor demektir. Bundan zarar görecek tek bir kişi olsa, herkesin aynı şekilde zarar görmesi gerekir çünkü.

O yüzden, Dr. Rimland, tüm bu biyomedikal tedavi akımını başlatan kişi olarak eminim ilgilenirdi bununla. Fakat Steve’in pek ilgisini çekmedi işte… ‘Çift-kör, karşılaştırmalı deney kurup bir bakmamız lazım’ lafları etti ki bu da ‘ya ben pek ilgilenmiyorum bununla’ demekle aynı kapıya çıkıyor zaten.

tokat

Bu beni HAYATIN GERÇEKLERİNE uyandıran İLK TOKAT oldu açıkçası.

Ben cidden zannediyorum ki hepimiz otizme çare bulmaya çalışıyoruz, hepimiz bunun peşindeyiz. Son derece masum bir şekilde bir şeye tesadüf ediyorum, bunu da herkesle paylaşmak istiyorum çünkü çocuklarımız adına inanılmaz heyecan verici bir şey bu… Ve tabii alınan sonuçlar o ana kadar denenmiş ve “e tamam işte biraz işe yarıyor” dediğimiz şeylerin hepsinden daha heyecan verici, çünkü bir iki adım ilerlemekten bahsetmiyoruz burada, HEDEFE ULAŞMAKTAN, otizmden kurtulmaktan bahsediyoruz!

Fakat sonra baktım ki DİRENÇLE karşılaşıyorum?! NASIL ŞAŞIRDIĞIMI ANLATAMAM BUNA!

Fakat tabii bunu kendine gelir kapısı edinmiş insanların kazancıyla oynadığını anladığın zaman–çünkü senin de dediğin gibi, Dr. Klinghardt diyor hani, bu son derece UCUZ bir tedavi yöntemi, ve üstelik DOĞRUDAN otizmin KAYNAĞINA İNİYOR, bu etmenleri BERTARAF EDİYOR.

O yüzden evet, zorlu bir yolculuk oldu bu benim için fakat, BU BİLGİYİ GERÇEKTEN ALMAK İSTEYENLERE yavaş yavaş ulaşmaya başladık artık. Tabii herkes bilmek veya duymak istemiyor olabilir bilgiyi fakat hepimizin yolu/yolculuğu farklı sonuçta. Gittiği yol bu protokolü yapmamak/denememekten geçiyorsa bazılarının, onu da anlayışla karşılamak gerekir. Fakat dediğimiz gibi, bundan kimse zarar görmüş değil şu ana kadar ve bugün 236 veya 237’ye ulaştıysa eğer bununla otizm tanısı bırakmış olanların sayısı–

A: “Daha ziyade ABD’den mi bu iyileşme vakaları?”

Yo, ABD’den değil bu vakaların ağırlıklı kısmı esasında. Özellikle Latin Amerika ve Kuzey Amerika dediğimiz kesim arasında dağılmış durumda vakalar, çünkü otizm görülme sıklığı bakımından doygunluğa ulaşmış ülkeler bunlar. Nedeni çokça bu… Çünkü Fransa’ya bakıyorsun mesela… Hani hepi topu 3 veya 4 kişiyle çalışmışımdır Fransa’dan… Çok çok az kişiyle çalıştık oradan…
Ne bileyim, mesela Katar’dan iki aile çıkar bugüne kadar çalıştığım diyelim… İletişime geçme ve protokolü anlatma şansınızın olmadığı yerlerden haliyle iyileşme vakası çıkma şansı da azalıyor.

A: “Tamam. Şimdi, bizim bu protokolümüz ne salt Klordioksitten oluşuyor ne de salt parazit temizliğini kapsıyor. Parazittir, kurttur, mantardır, ağır metaldir, virüs veya bakteridir, bunların HEPSİNE KARŞI ‘Deniz Suyu’ + ‘Klordioksit’ VE ‘Perhiz’imizden oluşan bütüncül bir program kullanıyoruz. Fakat tüm bu saydığımız patojenik organizmaların nasıl birbiriyle bağlantılı olduğu konusu hakikaten çok ilgimi çekiyor, Kerri. Bize diyelim Kandida mantarları ile ağır metaller VEYA parazitler ve bu parazitlerin İÇİNDE yaşayan bakterilerin içiçe geçmiş ilişkilerini anlatabilir misin biraz? Bunların birbiriyle ilişkileri nedir ve vücudumuzda ne gibi belirtilere yol açarlar, ki bu belirtilerden hareketle çok çeşitli “hastalık etiketleri” alır insanlar biliyoruz ki.”

anarşi

Olan şey aslında tam bir ANARŞİ; ortada POLİS filan yok. Herkes kontrolden çıkmış durumda çünkü İMMÜN SİSTEM çalışmıyor!

İmmün sistemi vücudun güvenlik güçleri olarak düşüneceğiz. Ve immün sistem, yani savunma sistemimiz BOZUK, çalışmıyor. İmmün sistemin bozulmasına neden olabilecek pekçok faktör var–çok detaya girmeyelim burada, fakat bunun pekçok farklı nedeni olabileceğini bilelim–fakat burada en önemli şey, immün sistemimizin ÇALIŞAMAZ DURUMDA olduğu gerçeği.

İmmün sistem bu haldeyken üstüne(!) bir de çocuk AŞILATILDIĞINDA veya başka müdahalelerde bulunulduğunda VEYA doğrudan immün sistem bu tür müdahalelerle alaşağı edildiğinde ne oluyor? Başıboş kalan patojenler çoğalmaya başlıyor. Bunları kontrol altında tutacak kimse yok ortamda çünkü.

Ve tabii, kişide bu patojenlerden BİRİ VARSA, diğer HEPSİ DE VAR demektir! biofiim
Bazıları diyor ki, “Ah yok canım bizde sadece(!) KANDİDA var”, veya “Bizde sırf bakteriyel enfeksiyon var”… Yo yo yoo, sizde bunların HEPSİ var!

Çünkü BİYOFİLM, zengin bir matriks; virüsler, bakteriler, Kandida çeşitleri, parazitler ve ağır metallerden oluşan bir yapı bu. Kimisinde bu patojenlerden biri veya ikisi öne çıkmış, diğerlerine oranla daha ağır basmış olabilir, fakat tüm bu sayılanların HEPSİNDEN BİR MİKTARINI hepimiz SÜREKLİ taşıyoruz vücudumuzda. O yüzden olay bunları azaltmanın yolunu bulmakta.

test/tetkik şart mı  – test/tetkik güvenilir mi?

Ve Klordioksitin güzel tarafı da, bilmeniz bile gerekmiyor(!) Kandidanız mı daha fazla yoksa bakteri mi tutmuş vücudu… Yoo, tek yapmanız gereken kilonuza göre belirlenmiş CD dozuna çıkmak, ve mesela bazı durumlarda–hani PANDAS diye bir tanı türü vardır, bir tür ‘streptokok’ bakteri nedeniyle oluşur bu ve bu strep bakteri tipini öldürmek son derece zordur da–saat başı alınacak şekilde günde 16 doza çıkmamız gerekir.

Yaklaşık 4 ay içinde de ‘strep’ bakterisinde kesin azalma sağlıyoruz işte, hatta bazen yapılan tetkikte ‘negatif’ gördüğümüz de oluyor. Fakat en önemli şey burada, PANDAS BELİRTİLERİNİN KESİLDİĞİNİ görüyoruz.

Otizm üst başlığı altında çeşit çeşit altkümeler halinde çocuklara verilmekte olan ve birer “etiket”ten başka bir şey olmayan tanılar var biliyorsun. Fakat tabii bu etiketi aldıysa çocuk, bunun BELİRTİLERİNİ gösterdiği için verilmiş oluyor bu.

İşin bu ‘BELİRTİLER’ kısmı esas ilginç olan burada. Zira diyelim bir laboratuvar tetkiki yaptırdığınızda, “bir şeyi yok çocuğunuzun, değerleri(!) normal gözüküyor” deniyor size çoğu durumda. Oysa görüyorsunuz, çocuğunuz tamamen dağılmış durumda!

A: “Nedir bu laboratuvar tetkikleriyle, özellikle de PARAZİT TESTLERİ ile ilgili problem?”

Evet bu ÇOK ÇOK iyi bir soru… Örneğin, annelerden birinin at veterineri bir arkadaşı var. Bunlar şehir dışında, çayır çimeni bol bir bölgede yaşıyor tabii…Bu veteriner yılda bir kez Afrika’ya giden, orada fakir bölgelerde gönüllü çalışan biri ve mikroskobunu da yanından hiç ayırmadığından hemen oracıkta oturup ne var ne yok diye analizini mikroskobundan yapabilen biri.

Böylelikle dışkıda ne parazit var, mikroskobundan aynen görebiliyor bu veteriner. Ve tabii atlarda parazit ilaçları oldum olası kullanılagelmiş olduğundan, bir veteriner olarak o da bu gaita incelemesini hep yapan biri. Bu anneler de çocuklarının gaitasını–tabii kimselere açık etmeden–bu veterinere gönderiyordu incelemesi için işte. Fakat öyle çok şey öğreniyorduk ki bu yolla!

Gaitada TENYA mı var söyleyebiliyordu size, Tenyanın cinsiyetini(!) bile söyleyebiliyordu ne kadar yumurta çıktığına bakarak. Bu detayları alabiliyorduk kendisinden hep.

Tabii işin enteresan tarafı, aynı anneler gaitayı bu defa test için laboratuvara teslim ettiklerinde, ‘parazit bulunamadı’ sonucu çıkıyordu.

Olay şu esasen, laboratuvarlardaki devasa makineler sadece belli başlı bazı şeyleri görmeye ayarlıdır. Belirli birtakım bakterilere bakar bu makineler veya belli birtakım mantar türlerine ayarlıdırlar. Ayarlı olduğu ‘değer aralığı’ içinde kalmıyorsa gaitadaki organizma, o zaman makine bunu “bulmayacak” demektir. Parazit testlerindeki durum bu işte.

Tabii ‘Bu nedir sizce?’ diye elinde fotoğrafla biri geldiğinde verecek cevap bulamayınca doktorlar–çünkü hatırlıyorum, 2012, ABD’li ebeveynlerin bu büyük otizm konferanslarına akın edip bu “isim yapmış” doktorlara “bu koca şey de nedir?!” diye sorduğu yıl olmuştu. Hatta bu fotolardan biri kitabımda da var; küçük çocuk poposu görüyorsunuz, ve popodan KOCA bir kurt sarkıyor!

A: “Evet hatırlıyorum. 1 metrenin filan üstündeydi, değil mi?”

Yani, çocuktan daha uzun, düşün!

Resmi gören doktor, “ha, bu muhtemelen MEYVE LİFİ filandır,” demez mi?!
Kerri: Yani bugün bile….

A: “Nasıl yani?!”

Aynen! Hangi muzun lifiymiş o, cidden görmek isterdik boyunu diye şakalaşıyoruz biz de aramızda tabii. Hayır bir de bunlar dayanıklılar da, öyle çeker çekmez elinde kalan mukus filan gibi de değiller, bunlar ciddi ciddi kurt işte.

Belli ki burada net bir kopukluk sözkonusu; çocuklarımızda gerçekten var olan şeyler ile laboratuvarların verdiği sonuçlar hiçbir şekilde birbirini tutmuyor.

O yüzden anlamamız gereken şey şu; lavmanlarımızı uyguladığımızda bu “şey”ler, parazitler, ya da hadi “MEYVE LİFLERİ” diyelim, çıktığında bedenden, çocuklarımızın sağlığında DÜZELME oluyor?!

Bu noktada ikiyle ikiyi toplayabilmemiz lazım artık; Çocuğumun sağlığı, ‘meyve lifi’ döktü diye(!) düzelmiş olabilir mi diye bir düşüneceğiz mesela.

Çocuk berbat durumda; ağlayıp duruyor, tam anlamıyla berbat bir gün geçiriyor… Bir lavman yapıyorum ve–hadi “MEYVE LİFİ” olsun bu–tüm bu meyve lifleri dökülüyor çocuktan ve bakıyorum çocuk şimdi gayet mutlu, konuşuyor, anlamlı iletişim kuruyor… yani, kendini iyi hissediyor! O zaman, bu çıkanın “meyve lifi”nden daha toksik bir şeyler olması lazım diye düşünürüm ben mesela.

Bunu ispatlayamıyor olsak da–çünkü laboratuvar testleri düzgün sonuç vermiyor ve bugünlerde mikroskop kullanan da pek kalmadı maalesef… “Doktorlar” farzımuhal, mikroskop filan kullanmıyor hiçbiri, her şeyi laboratuvara gönderiyorlar biliyorsun. O yüzden de pozitif tanı almak hakikaten çok zor.

Hal böyle olunca, genel manada bu laboratuvar tetkiklerinin güvenilirliği konusunda şüphe oluşuyor insanda. Ben çocuğumun kurt döktüğünü gözümle görüyorken sen bana tahlilinle dökülen kurt filan yok diyorsan, sonra kalkıp ama şu tahlilde çocuğunun bu tip kandidası, şu tip bakterisi çıktı dediğinde nasıl inanacağım sana? Diğerinde tamamen çuvallamışsın bu bulduğunun doğru olduğuna inanır mıyım ben artık?

O yüzden, laboratuvar tetkiki para ziyanından başka bir şey değil bence ve insanların yerinde olsam paramı bunlarla çarçur edeceğine, direkt protokole başlar, çocuğumun ATEC puanının düşmesini, adım adım iyileşmeyi, üstünden yük kaldırılmış çocuğun karakterinin yeniden ortaya çıkışını izlerdim.

A: “Kesinlikle. Peki…Şimdi bu ilk söyleşimizi ‘Otizm 101’ seviyesinde tutmak istiyoruz biliyorsun. Bebek adımlarıyla gidiyoruz. Beslenme konusuna eğiliyoruz; çocuklarımıza ne YEDİRMEMEMİZ gerektiğini öğreniyoruz. Az önce bir şeyden bahsettin: BİYOFİLM. Bunun ne olduğunu merak ediyoruz, neler var bu biyofilmin içinde? 

birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için  –  BİYOFİLM

Pekala, birincisi, bu biyofilm bağırsakta olabileceği gibi KANDA da olabilir. Bağırsaktan çıkanı naylon çoraba benzer. Böyle çok ince bir şeydir–ıslak tuvalet kağıdı gibi düşün. İncecik bir yapısı vardır, genellikle beyaz renktedir. Ve dopdolu, zengin bir yapıdır bu…

Neyle?

PATOJENLERLE; yani virüs, bakteri, kandida, parazitlerle…ve tabii AĞIR METALLER de buradadır.

byofilm

Bu biyofilm VÜCUTTAN ÇIKTIĞI noktada işte, bu bizim için TAM BİR ZAFERDİR. Çünkü yüklü bir postayı zaten biyofilm yapısıyla birlikte tek seferde attığımız için dışarı, tüm bu patojenleri öldürmek için birsürü bir şey daha kullanmamız gerekmez.

Ve dediğim gibi, biyofilm hem kanda hem de bağırsaklarda bulunur, o yüzden bir yandan ağızdan CD alırken diğer yandan da lavman yapıyoruz. Yapacağımız büyük lavmanlar bağırsak yüzeyine daha çok KLORDİOKSİT taşınmasını ve daha çok yüzeyle temas etmesini sağlayacaktır, ki işte bu da bağırsak yüzeyini tutmuş biyofilmin çözülmesini ve vücuttan daha fazla patojenin atılmasını sağlar.

otizm, vücudun zengin patojen yüküyle başa çıkamama halidir

Vücut ne kadar patojenden kurtulmuşsa, kişi de kendini o kadar iyi hissedecek, sahip olduğu hastalığın “BELİRTİLERİ” de o denli azalacaktır.

Otizmin en temel noktası da bu bana kalırsa; çok geniş skaladan PATOJENLE AŞIRI YÜKLENME HALİ bu.

geçirgen bağırsaktan beyne yürüyen zehirler

Ve tabii burada ‘PERHİZ’ de giriyor devreye. Bu çocukların bağırsakları geçirgenleşmiş durumda; o yüzden, yedikleri ne varsa, bunların yapıtaşı olan proteinler olduğu gibi–kalmaları gereken– bağırsaklardan dışarı sızıyor, kan dolaşımına karışıyor! Ve bu hazmı tamamlanmamış proteinler kana geçtiğinde, dolaşım sistemiyle beyne ulaşıp burada İLTİHAP/ENFLAMASYON oluşturuyor, ayrıca GLÜTENOMORFİN ve KAZOMORFİN moleküllerini yaratıyor. Ve bunlar aslen BEYNİ ZEHİRLEYEN / NÖROTOKSİK moleküllerdir.

Bu durum oluştuğunda çocuklarda oldukça tuhaf davranışlara yol açar.

Mesela şunu çok duyarsınız anne-babalardan: “Valla benim çocuk düşüyor, hiç ağlama filan yok; canı hiç yanmamış/hiçbir şey hissetmiyormuş(!) gibi kalkıp devam ediyor yoluna”.

Kendi oğlumdan hatırlıyorum, hava buz gibiyken bile girer havuza bayıla bayıla yüzerdi mesela. Ben kenarda hırkayla oturur, onu izlerdim.

Yani, Meksika’da hiçbir zaman o kadar(!) da soğuk olmuyor hava ama yine de…yüzülecek hava değilken girerdi bizimki, ısıtmalı filan da değil havuz, ona rağmen bütün yılı geçirirdi orada. Herhangi bir rahatsızlık belirtisi de görmezdiniz çocukta.

Tabii daha bedenle beyin arasında “bağlantı”nın olmadığı dönemdi bu. Biraz iyileştiğinde artık kış vakti o da girmez oldu suya.

Yani, [perhizle bu morfin alımına son verdiğinizde] çocuklar da yeniden HİSSETMEYE başlıyorlar, düştüklerinde daha normal tepki veriyorlar, hani bi ağlıyorlar filan–tabii düşsünler istemiyoruz ama, mesela benim oğlum habire düşerdi…bir defasında dizini de iyi kanattı hatta, fakat sanki hiçbir şey olmamış gibi kalktı ayağa devam etti; ZOMBİ gibi adeta. Tabii bu bahsettiğimiz MORFİN etkisinden oluyor bu; glütenomorfin ve kazomorfin etkisi. O yüzden BUNLARI DİYETTEN ÇIKARTMAMIZ LAZIM. Vücutta sorun yaratan ne varsa çıkartacağız.

Perhizin insanları en zorlayan taraflarından biri de ŞEKER ve KARBOHİDRATLARdan vazgeçmek. Genel manada, tüm dünyada PİRİNÇ, BAKLİYAT, MISIR gibi gıdalar hakikaten oldukça benimsenmiş durumda. Sadece Türk kültüründe değil, tüm kültürlerde popüler yiyecekler bunlar. Ve hepsi de karbohidrattan zengin bunların.

Karbohidratlar VÜCUTTA ŞEKERE DÖNÜŞÜR.
O yüzden de yendiğinde KANDİDAYI BESLER bunlar, tıpkı PARAZİTLERİ besleyecekleri gibi.

Patojenleri KLORDİOKSİT gibi bunca DÜŞÜK ETKİLEŞİMLİ ve YAVAŞ SEYİRLİ bir öldürücüyle ortadan kaldırmaya çalışmak başlı başına zor iş zaten. Biz tutar bir de bunları BESLERSEK şayet, elbette kontrolden çıkıp aşırı çoğalacaklar, çünkü KOLONİLEŞEN PATOJENLER bunlar. O yüzden bunları öldürmek de zor.

CD’yi 8 doz halinde bütün güne yayarak almamızın sebebi de bu işte, tek doz alıp ölen ölmüştür herhalde deyip bırakmıyoruz, bütün gün öldürmeye devam ediyoruz.

Çünkü bak, öyle bir şey vermek lazım ki bunlara, dozu kişiyi etkilemeyecek kadar düşük, fakat patojeni haklayacak kadar da yüksek olsun. İş bu ikisi arasında orta yolu bulup, doğru dozu tutturmakta. İşte dozları bunca sık almamızın sebebi de bu; çünkü elimizdeki son derece düşük etkili ve yavaş seyirli bir patojen-öldürücü.

A: “Kesinlikle ve ayrıca bu ‘gıda’ kaynaklı morfin etkisi dışında bir de parazitlerin(!) bağırsaklarda ürettiği morfin sözkonusu, değil mi?”

K: “Ah bu parazitler PATOJEN DOLU zaten.”

A: “Amonyak filan da üretiyor bunlar çünkü, her şey birbiriyle bağlantılı aslında.”

Kesinlikle! Kesinlikle…

Parazitlerde AMFETAMİN’den tut MORFİN, HİSTAMİN, AMONYAK’a kadar ne ararsan var!

Bunlar herhalde bugüne kadar gördüğümüz en TOKSİK maddelerden beden için. Öyle ki bir hale sokuyorlar ki çocuğu, anne-baba cidden, çocuğum çıldırdı herhalde diye düşünebiliyor.

Ebeveynler bazen şey der mesela, çocukları özellikle dolunay zamanı–patojenlerin çiftleşmek için bağırsağa yürüdüğü zamandır bu çünkü, daha fazla hareket vardır bunlardan yana, o yüzden çok daha yüksek oranda toksin açığa çıkarırlar bu dönemde–çocuk gecenin bir vakti çığlık çığlığa ağlayarak uyanır, annesini babasını bile tanımayacak haldedir! Öyle korkmuş haldedirler!

Parazit enfeksiyonu yoğun olan kişilerde yine KORKU ve ENDİŞE hali son derece belirgindir mesela.

Bu yüksek yoğunluklu parazit enfeksiyonu olan kişilerin özellikle ÇABUK toparlandığını fark ettim bu protokolle, çünkü siz vücuttaki özellikle bu patojen tipinin [parazitin] yarattığı yükü almaya başladığınızda çok daha iyiye gidiyor sağlık durumları.

HER çocukta çok çok ağır parazit yükü olacak diye bir şey yok; kiminde ağır metaller fazladır veya bakterisi veya kandidası ağır basıyordur filan. YİNE DE, HEPSİ için izlenecek yol AYNI.

Klordioksit’i başka kimler kullanabilir?

A: “Peki, Otizmin ayrıca bir OTOİMMÜNİTE yönü olduğunu da biliyoruz. Bu otoimmün hastalıklar serisinden kendine bir veya çoklu “etiket” edinmiş otizm harici popülasyon da bu protokolden yararlanabilir mi dersin?”

Bir başka Facebook grubumuz daha var mesela, ismi ‘CDHealth’. Bu grup son 5 yıldır CD-Otizm grubunda benimle aktif olarak bulunun moderatör annelerden biri tarafından açıldı. Kronik bitkinlik sendromudur, fibromiyaljidir, Krohn‘dur… LYME mesela, Lyme çok yaygın görülüyor, en önemlilerden biri bu…

A: “Haşimoto olabilir mi?”

gunnarEvet, o da var ama CD asıl HİPOTİROİDİZM‘e çok iyi geliyor. Çünkü hipotiroid sorunu olan çok çocuk geliyor bana, hepsi ilaç kullanıyor tabii ve tabii ANNELERİ DE ve protokolden sonra ortada bunların hiçbiri kalmıyor diyebilirim. Bu müthiş heyecan verici bir şey hakikaten.

Mesela protokolümüzle yaşanan iyileşme vakalarından biri, ki kitabımda da geçer ismi zaten, GUNNAR, 5 yaşındaydı o zaman, hem Gunnar hem annesi hipotiroidliydi. Hatta annesi bununla ilgili bir röportaj da verdi–HARİKA bir insandır kendisi hakikaten, hala bırakmadı bizleri, herzaman gelir yardım eder, grubun moral annesidir, fakat oğlu…oğlu mükemmel bir çocuk, otizmi de yendi… Neyse, işte ana-oğul ikisinde de hipotiroid vardı. Ve artık ikisinde de yok.

A: “İşte o yüzden bunu ailecek yapmak bence çok önemli. Facebook’taki Türk grubumuzda hep diyorum; lütfen ailecek uygulayın bu protokolü, tüm aile yapsın, bununla bir arının, detoksunuzu yapın ve sağladığı etkiyi görün.

İnsanlara bunu anlatmak zor iş, daha başlamadan başarısız olacaklarını hissettikleri anda peşini bırakıyorlar işin ve kendileri uygulamıyorlar. O yüzden insanlara açık kapı bırakmaya çalışıyorum ben herzaman, tamam diyorum, çocuktan başlayın işe…

Fakat şu önemli bak; parazit protokolünü yaparken bunu evde herkesin yapması lazım. Hani ilk 11 gün herkes bir Mebendazole’unu [TR’de VERMAZOL] alacak baştan, ardından herkes ‘Neem’ini alacak filan… Çocuk dışında ailenin gerikalanı için işleri mümkün olduğunca basit tutuyoruz burada, fakat tabii Otizm teşhisli çocuk protokolün TAMAMINI uyguluyor; CD dozları ve diğer her şeyle birlikte… Çünkü şişeden veya bardaktan bir yudum bir şey içmekle veya bir çatal bir şey yemekle kişiden kişiye rahatlıkla parazit geçebiliyor. O yüzden otizmli çocuğa bulaşı kesinlikle önlemeye çalışıyoruz bu aşamada.

protokol nelerden oluşuyor?wwww

A: “Pekala, sanırım daha vaktimiz var Kerri, biraz da protokol aşamalarından bahsedebiliriz ne dersin? 7 aşamadan oluşan bir protokol çünkü bu.”

Kitap ilk yazıldığında protokolü izlenmesi gereken mutlak aşamalar halinde vermeye odaklanmıştım, bu konuyu biraz açacağım şimdi.

İlk başta şöyle gidiyorduk: 1. aşama PERHİZ’di.

İnsanlar soruyor tabii ‘Klordioksite başlamadan 1 ay filan mı yapmamız gerekiyor perhizi?’ diye, HAYIR, hatta ikisine AYNI ANDA başlayabilirsiniz bile, o kadar fark etmez fakat olay şu; tüm mutfağını baştan aşağı değiştirmen gerek ve nereden başlayacağını dahi bilmiyorsan salt buna odaklan önce, önce mutfağını değiştirmeye bak. Bunun için 1 hafta mı lazım 2 mi, hiç önemli değil, hazırlığını tam yap önce ki perhizde başarılı olabilesin.

Çünkü mesela benimki gibi tek yediği ‘kazein ve glüten’ olan bir çocuğu tutup “kazeinsiz/glütensiz” perhize geçirmek herzaman kolay olmayabiliyor.

Fakat herneyse, ne kadar gerekiyorsa o kadar zaman verin kendinize.
Yok ben hazırım diyorsanız her şeye aynı anda da başlayabilirsiniz.

Çünkü cidden, çocuğa dokunan gıdaları çıkarttığınız anda zaten derhal bir gelişme yaşanıyor.

Ve aynı anda da MİNERAL DESTEĞİ için OCEAN WATER (okyanuz/deniz suyu) alıyoruz. Bunları birlikte almıyoruz yalnız; ikisini de aynı gün içinde alıyoruz ama denizsuyunu yemeklerle birlikte, kloridoksiti yemekten uzakta alıyoruz.

CD dozlarını yavaş yavaş artırıp tam doza ulaştığımızda–ki bu arada lavmanlarımızı yapıyoruz, banyo için tercih edenler CD’li banyolarını yapıyorlar–bu noktada protokolün yeni şekli şöyle; tam doza ulaştığımız noktada bakıyoruz: BU KİŞİ KURT DÖKÜYOR MU DÖKMÜYOR MU? Yaptığımız lavmanlarla kurt döküldüğünü görüyor muyuz görmüyor muyuz, çünkü gözle görülür şeyler bunlar… Şayet HERGÜN yaşanıyorsa bu parazit dökümü–zira pekçok kişide bu hergün görülen bir durum–artık özel parazit protokolünü yaptırmıyorum mesela.

Fakat gece uyanmalar, diş gıcırtdatma gibi tipik parazit belirtileri var ve dökülen pek bir kurt filan da yoksa İŞTE O ZAMAN tamam, parazit protokolüne geçelim diyorum. Çünkü parazit protokolü bunları vücuttan sökmeye yardım edecek, biz de bu aşamada oluşan toksik yükün vücuttan bir an evvel atılmasını sağlamak için ‘çift doz CD’ kullanacağız veya lavmanlarımıza ağırlık vereceğiz. 

Yani şu an durum neyi gösteriyorsa ona göre hareket ediyoruz protokolde. Çünkü klordioksit kendi zaten parazit öldürüyor. O yüzden bunlardan illa sadece(!) parazit protokolüyle kurtulabiliriz diye bir şey yok. O yüzden burada bir değerlendirme yapmamız gerekiyor işte. Bir sonraki adımda ne yapalım noktasında emin olamayanlar için konsültasyon hizmeti verip yardımcı da oluyorum.

Bu durumda 3. adım, dediğimiz gibi özel Parazit Protokolü VEYA zaten 2. aşamayla kurt döküyorsanız şimdilik parazit protokolünüz o demektir.

Ve bu özel ‘Parazit Protokolü’ daha ortada yokken(!) pekçok iyileşme vakası yaşanmıştı zaten! ‘Parazit protokolü’ 2012 civarı ortaya çıktı. Ve bu ‘Parazit Protokolü’ne geçilmeden önce(!) 38 kadar çocuk iyileşmişti zaten. Yani bu ‘Parazit Protokolü’ iyileşenlerin sayısında öyle muazzam bir artış sağlamış filan değil.

Çünkü elimde küçücük bir BlackBerry telefonla, daha ortada Facebook grupları yok, kaynak kitaplar filan yokken 38 iyileşme sağlamışız. O sıra belki bir 200 kişiyle birebir çalışıyordum ve tabii bir de bahsettiğim vakıf vardı, onlarda da aşağı yukarı bir 1,500 aile vardı ama işte gelişigüzel gidiyordu orada işler.

Fakat yine de, bugün Facebook’ta ulaştığımız sayının yanına dahi yaklaşamaz bunlar. Gruplardaki üye sayısı bugün 25 ila 30 BİN kişiye ulaşmış durumda; protokolü uygulayan farklı dillerden insanların oluşturduğu gruplar bunlar.

Neyse, kitapta yazılı olduğu haliyle 3. aşamada ‘Parazit Protokolü’ var. Ve sanırım kitap yazıldığı sırada bunların sırası şimdikinden farklıydı ve fakat bu noktada bence çocuğun halinin tavrının ne olduğuna göre, gösterdiği başka ne BELİRTİ var, buna bakılarak değerlendirme yapılmalı.

O noktada tamam, ‘şelat’ları eklememiz lazım diye düşündürtecek belirtilerse bunlar; bellek problemleri varsa hala mesela bu bize ‘kurşun’u düşündürtebilir, bu çocuklarda genellikle kurşun veya diğer metaller yüksektir. Bu noktada şelatlarla ilerleyebiliriz mesela.

Yok eğer konuşmada sorun varsa o zaman buna özel tamamlayıcılar girer hemen devreye.

Bu noktada bir de GcMAF kullanımından yanayım şu ara, özellikle de ‘Parazit Protokolü’nü uygulatmıyorsam, çünkü GcMAF de bir yandan parazitlerin ölmesini sağlar vücutta. Durum buysa GcMAF’le destekleme yoluna gidebiliyorum.

Duruma göre değişiyor yani atacağımız adım. Bence bu 4., 5. ve 6. aşamalar kendi içinde her şekilde sıra değiştirebilir.

Fakat son(!) aşama, BEYİN ve BAĞIRSAKLARDAKİ ENFLAMASYONU ALMAK için OKSİJEN verilmesi diyebileceğimiz Hiperbarik Oksijen Tedavisi (HBOT) hala en sondaki (no.7) yerini koruyor. Sonda olmasının nedeni de, AEROBİK olduğundan oksijenin, hem aerobik parazitleri hem de aerobik bakterileri besleyebiliyor olması. O yüzden önden bunların popülasyonu azaltmış olmamız lazım.

İnsanlar peki ama ne zaman yapılmalı, nereden anlayacağız vaktin geldiğini diye soruyor. Ne zaman yoğun parazit dökümü biter, HBOT’a da ancak o zaman geçilir benim cevabım.

Kimi için 8 ay, kimi içinse 18 ay(!)dır bu süre. Tamamen kişinin durumuna bağlı olduğundan işte iyi gözlemlememiz gerekiyor bu tür ayrıntıları.

HERKESİ UYDURACAĞINIZ TEK KALIP YOK bu protokolde!

Hangi iyileşme modalitesine bakarsanız bakın, ister allopatik ister alternatif tıp olsun HİÇBİR ŞİFA MODALİTESİNDE de olmaz zaten, herkese tek beden gömlek uymaz! Kimsenin elinde kristal küre yok demek yerinde olur bu durumda fakat oturup baktığımızda–senle bir konsültasyon yapmıştık geçenlerde mesela, bu şekilde oturup karşılıklı konuşmaya başladığımızda, sen bana ihtiyacım olan bilgiyi verirsin, tabii ben de derhal hafıza bankama gider, edindiğim deneyimlere dayanarak seni yönlendirebilirim.

Bu şekilde bir diyalog oluştuğunda senin de aklına yatmaya başlar yapılacak işler, ve tabii uyguladığında da görürsün zaten ve vay canına dersin, hakikaten de işe yarıyor. Çünkü SENİN çocuğunun O ANKİ durumuna göre uygulanması gereken işlemlerdir bunlar! Çocuğunun bundan bir 4 ay veya 6 ay sonraki ihtiyacının ne olacağını bilemeyiz ki?!

İnsanlar hep “peki ondan sonra ne yapacağzı, ondan sonra ne olacak” filan diye soruyor ilk başta mesela. BİLMİYORUM Kİ…bekleyip görmemiz lazım.

İnsanlara çoğu kez baştan bir “4-5 ay”lık iş veriyorum, sonrasında işte Facebook olsun, Skype veya e-mail üzerinden olsun sürekli haberleşerek gidiyoruz. Fakat bireysel olarak her çocuk için mümkün olan EN İYİ sonucu alabilmemiz, protokolü O BİREYE uyarlayabilmemiz için herkesin kendine göre sürekli bir yerlerde ufak tefek değişiklikler, yeni ayarlamalar yapması gerekiyor gerçekten de, çünkü her çocuk bir diğerinden öyle farklı ki?!

A: “Evet, insanlar çünkü bunun kuralları kati olarak belirlenmiş, TEKTİPÇİ bir yaklaşımla yürüyen bir program olduğunu düşünüyor ki HAYIR, böyle bir şey kesinlikle yok. İyileşme için yapılan perhizlerde bile biliyorsun herkes kendine uygun ufak tefek değişiklikleri yapmak durumundandır, tek perhiz herkese uymaz. O yüzden bu prokolün tanıtımına gelen tepkileri de enteresan buluyorum. Bize boşa ümit vermeyin n’olur, bir sürü şey denedik, hiçbiri işe yaramadı, duygularımızla oynamayın diye feryat ediyor aileler.

Ben de diyorum ki kendilerine, önce bir ödevinizi yapın, bir okuyun öğrenin bakalım bu protokol neymiş… Eğer aklınıza yatıyorsa, basamakları teker teker çıkmaya başlayın, bunun tek atımlık “gümüş kurşun” olmadığını(!) da bilin. Elinizi taşın altına koymanız, uğraş vermeniz gerekiyor bu protokolde fakat Kerri her adımda yanınızda olup sizleri yönlendirecek zaten, bu donanıma ve tecrübeye sahip. İsteyen özel konsültasyon da talep edebilir.

Biz de protokolü uygulayan aileler olarak grubumuzda birbirimizle tecrübelerimizi paylaşmak üzere toplanmış durumdayız, hepimiz için bir öğrenme süreci bu, çünkü sürekli evrim halinde olan bir protokolden bahsediyoruz.”

Doğru. Bir de şunu belirtmekte fayda var aslında ailelere; hani “her şeyi denedik” diyorlar ya–çünkü 2010 senesi itibariyle sonuçta ben de “YAPILABİLECEK HER ŞEYİ DENEMİŞTİM”.

Fakat şu noktayı iyi anlamak lazım: tedavi sürecinin HİÇBİR NOKTASINDA bu patojenlerin TÜMÜNÜ BİRDEN ortadan kaldıracak HERHANGİ BİR ŞEY KULANILMADI Kİ?! İyileşme için gerekli olmayan ne varsa onları yaptık durduk aslında.

Kırk yılın başı bir kandida öldürücü ilaç verdiniz diyelim veya o noktada bu noktada bir şelat kattınız denkleme… Otizm belirtilerinden kurtulmak için ENDİKE YÖNTEM BU DEĞİL KİHER AN HER DAKİKA o BİYOFİLM YAPISINDAN(!) kurtulmaya çalışacaksınız! O patojen bu patojen diye AYRIM YAPMA lüksünüz yok!

O yüzden, bana “her şeyi denedik valla” diyenlerin bir çoğuna bakıyorum… bir dolu besin tamamlayıcı vermişsin evet… bir dolu ilaç da kullanmışsın… fakat bunların HİÇBİRİ, OTİZM “ETİKETİ” almış SEMPTOMATOLOJİYİ [hastalığı oluşturan belirtilerin TÜMÜNÜ] gerçekten İYİLEŞTİRMEK(!) için endike şeyler değil ki?!

O zaman evet, bir sürü şey yaptınız ettiniz ama hiçbiri bununla mukayese dahi edilemez. Biz burada BEDENİN İYİLEŞMESİ İÇİN ENDİKE olan şeyi yapıyoruz!

A: “Ben de mesela bu besin tamamlayıcıları fazla kullanmayı sevmem. Ona rağmen, dolap gıda desteği mezarlığına dönüşmüş durumda! Nerede ne eksiklik çıktıysa hemen bir destekle gediği tıkayalım derdindeydik; aa şu yeni destek çıkmış, gelsin GABA! B12, hemen gelsin!

Tüm bunları çocuğa doluştururken esasında belki de yaradan çok bedenine zarar veriyor olduğumuzu bilmiyorduk bile! Besleyip duruk parazitleri bunlarla ve diğer patojenleri tabii, kandida dahil.

Tam bir başı kesik tavuk gibi koşturma durumu sözkonusu aslında; aman paraziti var ne vermek lazım, aman kandida da çıktı buna şimdi ne kullanacağız diye bir o yana bir bu yana savruluyorsunuz. Fakat bu Klordioksit protokolü…o yüzden senin AutismOne video konferansını ilk izlediğimde her şey yerli yerine oturdu benim için. Aradığımız budur dedim.

Her şeyle aynı anda başa çıkmaya çalışmam gerekmiyor, orada burada açılmış her deliği o destek bu destekle kapamaya çalışmam da gerekmiyor.

Kitabında da dediğin gibi, ÖNCE vücuttaki fazlalıklardan kurtulmamız gerekiyor–benim için en çarpıcı şey bu olmuştu kitabında–temizle bi önce bahçeni, kurtul ayrık otlarından çer çöpten,
ondan sonra(!) ek bitkini/çiçeğini, ve bırak coşsun floran, gelişsin, serpilsin…

Ve başladık da bunu uygulamaya ve oğlumda gördüğümüz değişimlerden ÖYLESİNE memnunuz ki, aile ortamımız için de geçerli bu aslında… Son derece keyifli bir aile ortamımız var artık, yaşamdan zevk alır hale geldik, daha güzeli… aile olarak birbirimizden keyif alıyoruz yeniden(!). Uzun zamandır, hatta senelerdir yaşamadığımız şeylermiş bunlar, geri gelince anlıyorsunuz farkı.
Bunun için de sana müteşekkiriz tabii ki.

Fakat Kerri, bu Klordioksit mevzusuna bu programda girmek ister misin, yoksa…”

yüksek gerilim hattında bir bileşik – klordioksit!

Tabii girebiliriz… Gayet basit aslında mevzu. Klordioksit öyle karmaşık bir şey değil.

Bir PRO-OKSİDAN AİLESİ var, bunlar OKSİDASYONU HIZLANDIRIR.

KLORDİOKSİT, HİDROJEN PEROKSİT, OZON ve OKSİJEN(!)

Bu dörtlü, PRO-OKSİDAN ailesini oluşturur işte.

Pro-oksidanlar bir VOLTAJA sahiptir. Yani bunların bir elektrik potansiyeli vardır.

Aralarında EN DÜŞÜK potansiyel de 0.95V ile ‘KLORDİOKSİT’inkidir.

Vücudun da kendi elektrik potansiyeli vardır: 1.28V – 1.30V arası bir değerdir bu da.

Haliyle, klordioksitin potansiyeli vücudumuzunkinden düşük.

Halbuki mesela OZON’un potansiyeli 2.03V gibi bir değer, yani vücudunkinden çok çok daha yüksek, o yüzden bunu tıbbi olarak uygularken dikkatli bir şekilde ölçerek gitmek lazım, sadece belli bir süre uygulayıp ara vermeniz lazım filan ozonu.

HİPERBARİK OKSİJEN tedavisi de mesela vücutla aynı şekilde 1.28V-1.30V arası değerdedir. Bunu neredeyse istediğiniz gibi kullanabilirsiniz o yüzden.

HİDROJEN PEROKSİT de belki bir 1.80V seviyesinde filan.

Fakat, bunlar arasında en ilgi çekici olan klordioksit aslında. Çünkü TEK yapması gereken şey, potans olarak patojenin üstünde kalmak.

Vücutta sağlıklı hücrelere zarar vermesi bu yüzden MÜMKÜN DEĞİL işte ve bir de tabii ARTI YÜKLÜ bir molekül olmasının da rolü var bunda.

Vücudun sağlıklı hücreleri de ARTI YÜKLÜ moleküllerden oluşuyor.

ARTI YÜKLER birbirini ne yapar?

Birbirini İTER!

Aynen.

İşte kloridoksit aldığınızda doğal olarak meydana gelen şey bu.

İnsanlar çıkıp “Aa ama bu KLOR yahu!” diyor mesela.

‘ClO2’ başka ‘Cl’ başkadır!

Ben kimyager değilim ama BU PROTOKOLÜ YAPAN pekçok KİMYA MÜHENDİSİ ve DOKTOR tanıyorum. Ve doktorlar değil ama asıl KİMYA MÜHENDİSLERİ bu kimyasalın ne olup ne olmadığını gayet iyi anlıyor esasında! Özellikle de çocuklarına bu protokolü uygulayan kimya mühendisleri, gayet iyi biliyorlar neyin ne olduğunu, ne etki yarattığını.

Çünkü 1 saat içinde vücuttaki etkisi bitiyor zaten aldığınız CD dozunun. Ve CD bu eksi yüklü(!) patojeni bulduğunda bileşikteki ‘Cl’ [klor] molekülü atılıyor zaten.

Şimdi bu artı yüklü bileşik vücuda aldınız, 1 saat sonra etkisini kaybedecek bu.

Vücutta herhangi bir şekilde depolanmıyor da bu bakın; KLOR mesela, yüzdünüz bir havuzda, aldınız kloru vücudunuza, kanserojendir bu ve vücuttan da atamazsınız bir daha… Kurtulmanın yolu yok bundan.

O yüzden demezler mi hep havuzda yüzmek sağlığa zararlıdır diye? E öyle hakikaten de çünkü aldığınız klor öylece kalacak vücutta.

Fakat ‘ClO2’, bir defa artı yüklüdür, eksi yüklü patojen buldu mu da içeriğindeki KLOR molekülünü tutar atar patojene, böylelikle 5 de iyon çalar patojenden ve ortadan kaldırır bu şekilde patojeni.

İçi jöle dolu ‘halka çörek’ (donut) gibi düşünüyorum ben bunu, ısırıp koparırsınız bir parça ve içinden jöle akmaya başlar dışarı… Bu patojen durumunu da buna benzetiyorum işte. Ve o noktada asiditeden dolayı da kendi kendini imha etmiş olur patojen zaten. Geriye kala kala 2 serbest oksijen molekülü kalır ama bunlar da herhangi bir şekilde vücudu oksitleyecek seviyede değildir hiçbir şekilde, çok çok düşük seviyededir bunlar.

Bitti gitti işte. Her şey 1 saat içinde sona erer.

O yüzden saat başı dozlama yapıyoruz veya birer saat birer saat gidiyoruz çünkü etkisi sadece 1 saat sürüyor aldığınız dozun ve yine, vücutta kalan, biriken bir şey değil bu.

A: “Akümülasyon yok, birikme yapmıyor.”

klordioksitin uzun vadedeki etkisi

Aynen ve mesela UZUN VADEDEKİ etkisi nedir bunun diye soruyor insanlar.

Bu protokolü 6 yıldır yapan insanlar var!

Biraz daha, biraz daha, biraz daha iyiye gidiyor insanlar ancak henüz TAM iyileşme olmadığından sürebiliyor protokol…

Ve yine, sonuç alana kadar yapmaya devam ediyorsunuz protokolü–insanlar peki ama ne kadar sürer bu diyorlar mesela…

Siz elden ayaktan düşene veya çocuk iyileşene kadar yapacaksınız bunu. Protokolün uygulanma süresi bu işte.

Fakat dediğim gibi, bunu kesintisiz 6 senedir yapanlar var ve herhangi bir sorunları yok. Hatta düzenli lab tetkiki yaptıranlar arasında–mesela 2012 Mart’ından beri protokolü yapan bir annemiz var, kızı 18 yaşında şu an. PANDAS teşhisi var bu kızımızın, epilepsi nöbetleri var… Grand mal (tonik-klonik) nöbetler bunlar… Protokolle öyle iyileşti ki durumu, doktoru bile–hep aynı doktor baktı bu kızımıza, ABD’de yaşıyor aile–çok iyi durumu şu an; Mebendazole yerine Albendazole kullanıyor, doktoru sürekli lab tetkikleriyle durumunu kontrol ediyor ve klordioksitle birlikte günde 2-3 lavmanla gidiyoruz bu kızımızda çünkü çok fazla kurt döküyor, ama NÖBETLERİ….yılda belki 1 bilemediniz 2’ye düşmüş durumda!

A: “Bu durumda klordioksitin diğer tıbbi tedavi protokolleri ile de uyumlu olduğunu söyleyebiliriz herhalde? İlaç kullanırken de CD alabiliyorsunuz yani?”

Kesinlikle. Çünkü protokolde bir sürü çocuk var epilepsi ilacı kullanan. Protokole başlarken pekçoğu nöbet sorunuyla geliyor zaten.

A: “Otizmli çocukların %40’ında var yanılmıyorsam nöbet/epilepsi sorunu?”

Aynen, aynen. Ve işin güzel tarafı da, bu nöbet bozukluğundan muzdarip çocukların büyük bölümünde protokolle nöbet sıklığı azalıyor.

Son birkaç yılda yakından takibini yaptığım çocukları düşünmeye çalışıyorum mesela, genellikle iki nöbet arasının açılmaya başladığını görüyoruz.

Hatta böyle bir erkek çocuğumuz var, sanıyorum 2012-2013’tü tarih, kendisiyle ilgilenmeye başladığımda 5 ilaç birden kullanıyordu; hipotiroid için bir tane, epilepsi için bir, mitokondriyal işlev bozuklukları için 2 ilacı vardı–çifte işlev bozukluğu teşhisi vardı mitokondriyal–ve protokole ATEC 69‘la başladı. Bir, bir buçuk sene içerisinde ATEC puanı 13‘e düştü, bütün ilaçlarını da bıraktı!

Yani protokole ilaçla başlasa bile zaman içinde bunları bırakacak derecede iyileşme gösterdikleri oluyor çocuklarımızın.

A: “Evet, zaten bunun örneklerine kitabında da yer veriyorsun hipotiroidizm olsun, fibromiyalji vakaları olsun…veya Lyme…

Epey bir konuyu ele aldık bu bölümde sanırsam, Kerri. Bu videoyu izleyen herkese tüm bu bilgileri bir miktar hazmedebilmeleri için biraz zaman tanımak istiyorum. Biraz meraklandırabileceğimizi umuyorum insanları verdiğin bu bilgilerle… Bir baksınlar, araştırsanlar, akıllarına yatıyorsa bizimle Facebook grubumuz üzerinden iletişime geçebilirler. Varsa sorularını iletebilirler.

İleride belki bir bölüm daha yaparız bu şekilde, ne dersin Kerri?”

İnşallah, harika olur.
Protokolün duyulmasını sağladığın için çok teşekkür ederim sana.
Sensiz ulaşamazdım insanlarınıza. Teşekkürler.

A. “Hiç gerek yok teşekküre, yapmadan duramazdım zaten bunu. Herkesin duyması gereken bir şey bu çünkü. Zaman ayırdığın için biz teşekkür ediyoruz sana Kerri ve yakında yeniden görüşmek üzere!”

Tamam, harika bir haftasonu diliyorum sana.

A: Sana da…

Kendine iyi bak…
Bye…