Tarih 20 Kasım 2018, günlerden Salı.

Gümüşün tıbbi kullanım alanları ile ilgili yazı kaleme alacağım bugün, niyetliyim.

Bilgisayar başına geçmeden önce mutfak rutininde herzamanki gibi online radyo programı kayıtlarından birini açıyorum arşivden.

Konu, antibiyotik… Malum, geçtiğimiz haftayı BM’ye bağlı DSÖ “Antibiyotik Farkındalık Haftası” ilan etmiş.

Neyi kastediyorlar acaba? Hepimiz fazlasıyla farkında değil miyiz şahane antibiyotiklerimizin?
Aşırı farkındalıktan hasıl olan ‘mikrobiyel direnç’ ve bunun sonucu olarak küresel çapta en büyük toplum sağlığı tehdidi haline gelmiş olmasına mı dikkat çekmek istiyorlar acaba?

Antibiyotiklerimizin diyorum, ama sahiplendiğimden veya kullandığımdan değil.

Antibiyotiklerimiz, çünkü eşin-dostun-komşunun kullandığı antibiyotik, ortaya çıkarttığı süpermikroplarla benim sağlığımı da aynı şekilde tehdit ediyor.

Antibiyotiklerimiz, çünkü endüstriyel besi hayvancılığının/balıkçılığın hayvanı şişirmek için kullandığı antibiyotik, tüm gıda zincirine, dolayısıyla insan sistemine girmiş durumda.

Antibiyotiklerimiz, çünkü DSÖ’nün “dümdüz kanserojendir efendim” diyemeyeceği(!) için, “kanser yapma ihtimali olan madde” ilan edip, arif olanın anlamasını beklediği Glifosat aslen bir antibiyotik. Organik beslenmeye maddi gücü yetmeyen herkes günlük dozunu 3 öğün yemekten, hazır meşrubatlar olsun veya kendi hazırladığı meyve suları veya arıtmadan içtiği su olsun içeceklerden bolca almakta zaten. Organik beslenenler–daha doğrusu beslendiğini zannedenler– de alıyor payını bu global tarım ilacının antibiyotik etkisinden, zira yağmur suyunda var artık glifosat, soluduğumuz havadaki su zerreciklerinde mevcut. İç-dış floramız bu yüzden kronik olarak eksik, immün sistemimiz de buna bağlı olarak gedikli.

Hal böyle olunca hastalık kaçınılmaz… Çözüm olarak ne çıkarılıyor peki karşımıza yine? Sorunun müsebbibi olan antibiyotik.

Döndük mü başa?

Sahi… Monsanto [ismi İtalyancadan gelen, İngilizce ‘My Saint’, Türkçe “Azizim” manasına gelen Glifosat (RoundUp) yaratıcısı tarım ve tohumculuk firması] ile Nazi Almanyası’nın dünyaya kazandırdığı Bayer ilaç firmasının cehennem zebanilerinin tanıklığındaki evliliği, size de fazlasıyla manidar gelmiyor mu?

Peki DSÖ, CDC, FDA [bizdeki ‘çok harflileri’ refere etmiyoruz bile görüyorsunuz, orijinal kaynağı varken çevirisini niye okuyalım distopik bilim-kurgunun, öyle değil mi?] bu farkındalık haftasında bizlere antibiyotik haricinde güvenle kullanabileceğimiz, mikropların direnç geliştirmesinin de mümkün olmadığı alternatifleri anlatıyor mu mesela?

GÜMÜŞ diyor mu?
Ya İYOT?
KLORDİOKSİT ile ‘ölümden dön, gel’ dediğine şahit miyiz?
OZON’u duyuyor muyuz?
Peki ya antibiyotik etkili BİTKİSEL ÜRÜNLER?

Geçti gitti koca(!) hafta, var mı bu yönde bir çalışmanın farkında olan?

Kimseyi öldürmeyip, istismar edilmediği müddetçe sadece fayda gösteren, bir problemi çözerken bir başka problemin ortaya çıkmasına neden olmayan şifa kaynakları biliyoruz ki 3-Harfli-İdari-Birimler nezdinde “Tehlikeli, İspatsız, Tü-Kaka, Yasaklanası, Şüpheli” maddeler.

“Doğa” ve “Doğal” kelimeleri niye “ayıp”, neredeyse “suç unsuru” sayılıyor artık?

Kimyanın “gümüş kaşıkla” beslediği Patent Tıbbı’na getirisi yok, tekeline tehdit de ondan….

Döndük bugüne…

Konuk her Pazartesi olduğu gibi Dr. Rashid Buttar, osteopat hekim, cerrah…

Rica ederim “osteopat” da nedir demeyelim.

Tıbbın tek ekolünün Patent Tıbbı ve petrokimya ürünü ecza ilaçlarının dispanser memuru konumundaki ortodoks tıp hekimleri olduğunu zannetmekten de vazgeçelim.

Yok, öyle “en birinci”, “öz hakiki”, “en iyi” doktor” da Patent Tıbbı’nın ‘beyaz önlük-steteskop’ modeli olmak zorunda değil otomatik olarak. Ki değil de zaten… Her ekolün yeri, uzmanlık alanı ve değeri ayrı. İşin sırrı hangi durumda hangi kapıyı çalacağını bilmekte, sağlık ve tedavi tercihlerini akıllıca yönetebilmekte. Sağlıkta seçim özgürlüklerini devletin ilaç endüstrisi boyunduruğu altındaki alfabetik idari kurumlarının iki dudağı arasına bırakmamakta, hakkını savunabilmekte.

Devam edelim…

Buttar, dünyada otizm ve kanser tedavisinde tam başarı kaydeden sayılı kliniklerden birinin sahibi; metal toksikolojisinde ABD’nin en önde gelen uzmanlarından; geliştirdiği ağır metal şelasyon yöntemleriyle bugüne kadar ‘kendi oğlu dahil’ çok sayıda çocuğun otizm teşhisini geride bırakmasını sağlamış bir hekim ve 15 sene önceki bir anısını anlatıyor:

“Steroidler ve antibiyotikler, bu ikisinin kullanımı bana fazlasıyla ters. Stereoidler kesinlikle ters, “bazı özel durumlar hariç” antibiyotikler de ters. Çok çok nadirdir hastaya antibiyotik önereceğim durumlar. Sağlayacağı fayda yaratacağı riskten fazladır, kesinlikle geçerli bir nedeni vardır, öyle kullanırsınız antibiyotiği… Nedir bu özel durumlar mesela? Örneğin meningokoksemi veyahut sepsis türü bir durum…
Ki aslında antibiyotik dışında yöntemler de yok değil bu durumlar için. Ben kendim mesela şahsen bir hastama uyguladım bunu; bundan 15 sene kadar önce, GÜMÜŞ ve OZON kullandım hastada.”

—–Intüitif yaşam ve şifa müridi olduğuna iyiden iyiye inanmaya başlamış ben, ‘işte yazının girizgahı’ düşüncesiyle kalem-kağıda uzanmak üzere “durdur” düğmesine basarken, bizim klanın o bilindik tümcesi belli belirsiz yankılanıyor zihnimde: “Hayatta senkronisiteye inanır mısınız bilmem, hani şu anlamlı tesadüflere…”—–

“Hasta septikti, akyuvar sayımı 22,000’de, nerede olduğunu bilmiyor/kendinde değil–ailesi getirdi kliniğe, önceden gördüğümüz bir hastaymış da, öyle olunca ailesi de hastaneye götürmek istemediğinden bizi aradı, getirin bakalım dedim. Başka bir doktora kan aldırmışlar 2 gün önce ama sonuçlar daha çıkmamış, laboratuvarı arayıp sonuç çıkar çıkmaz bildirmelerini istedik. O sırada kadın hastamız nerede olduğunun farkında değil, sene 1976 zannediyor, başkan kim diye sorduğumuzda Nixon diyor… Bir tek kendinin kim olduğunu biliyor, gerisi gitmiş durumda. Belirtiler ortada tabii, üstüne ateşi var filan… O sırada lab’dan panik halde telefon geldi; akyuvar sayımı 22,000. Aileye ‘hastanızın sepsis durumu var, hayatını kaybedebilir, hastaneye gitmesi lazım,’ dedim ve bir yandan hastaneyi ararken diğer yandan da IV [damar yolundan] gümüş–iyonik gümüş solüsyonu– ve ozon uygulanması talimatını verdim bizimkilere. Mineral yüklemesi de yaptık yanında tabii. IV’si bitip de acil servise gitmek üzere bizden ayrılmadan zihni tamamen yerine gelmiş, nerede olduğunu, hangi zamanda yaşadığını yeniden hatırlar olmuştu. Bizden hastaneye geçiyorlar, orada yeniden kan sayımı bakılıyor ve akyuvarlar 17,000’de. Değer hala yüksek, ama düşün, sadece bizde aldıklarıyla değerde bunca düşüş oluyor. Fakat tabii bu modalitelerle çalışan hekimlere herzaman ulaşamıyor insanlar… Antibiyotiklerin tedavide yeri var dememin sebebi de bu erişim kısıtları aslında. Yine de, çok çok nadirdir gerçekten gerekeceği durumlar…”

Doğru mu anladık? Sen kalk metal toksikolojisi üzerine uzmanlaş, FDA ile karşı karşıya gelme pahasına şelatif ajanlar geliştir, binbir zahmetle vücuttan arındırdığın metallerden sonra ortodoks tıbbın çaresiz ilan ettiği hastalıkları ortadan kaldır, ama kalk sepsisli hastaya damar yolundan metal ver?! Buradaki çelişkinin hikmetini bakalım bu yazı dizisiyle çözümleyebilecek miyiz…

Sonuç olarak… Yine geldik o malum yol ayrımına…

Bir yanda Kanser, HIV, Ebola, Lyme tedavisinde gümüşü, ozonu, hidrojenperoksidi, klordioksidi başarıyla kullandığına şahit olduğumuz sağlıkçılar/hekimler, diğer yanda bırakın damar yolundan vermeyi, ‘kolodyal gümüş’ ve saydığımız diğer remedilerin ağızdan alımını dahi (yüksek oktavdan) “tehlikeli” ilan eden, kimyasal/sentetik (her biri ortalama 25 “yan etki” ile gelen) ilaçları dışında hiçbir modaliteyi geçerli dahi saymayan, “one-trick-pony” ortodoks tıp mensupları…

NASA uzay üslerinde [FDA’in yetki ve kapsama alanına epey uzak bir mesafede] astronotlarının suyunu gümüşle arıtırken, yerde kanserojen klora mahkum edilen bizler.

Ne insan ne de diğer memelilerin vücudunda hiçbir biyolojik işlevi olmadığı bilinen, her haliyle ve her miktarıyla SADECE toksik ve zararlı etki gösterdiği bilimsel olarak kanıtlı alüminyum bileşikleri ve cıva türevlerinin gebelere, bebeklere ve artık bilindiği üzere tüm yaş ve nüfus gruplarına enjeksiyonunu hiç sakıncasız “uygun” gören aynı ortodoks tıp mensupları, fakültelerde toksikoloji, detoks stratejileri ve beslenme konuları kendilerine kasıtlı olarak okutulmadığından mıdır bilinmez, iş insan için NON-TOKSİK özellikteki gümüşün akılalmaz genişlikte bir yelpazede sağlayabileceği tıbbi faydalara gelince zihinde kepenk indiriveriyor.

Bu konuyu ileride ayrıntılı ele alacağız… Fakat şimdi sizleri tanıştırmak istediğim biri daha var.

Yukarıda bahsini ettiğim radyo programının konuğunun Dr. Rashid Buttar olduğunu söylemiştim. Peki sunucu kim dersiniz?

Kendisinin herkesin erişimine açık yayımladığı gümüş hidrosolü ve aloe-vera ile bağırsak iyileştirme protokolünü daha önce sizlerle paylaşmış olduğumuz, asi ve aykırı homeopat, sağlıkta seçim özgürlüğü savunucusu Robert Scott Bell.

Bu defa görüntülü takdim edelim kendisini ve çalışmalarını size.

Altyazıyı açın, bilgiyi alın, biz yazının sonraki bölümleriyle, kucağımızda bir dolu literatürle yeniden karşınızda olacağız.