Başlığa aldığınmız cümle önemli, zira aşıların neden steril suya konulmuş mikroptan oluşmadığını, içinde dünya kadar zehri barındırdığını [zararsız aşı / temiz aşı o-la-ma-ya-ca-ğı-nı] da açıklıyor, petrokimya temelli ilaç satışı için inşa edilmiş Modern Tıp Kilisesi’nin zorba iktidarının bellettiği ‘1 mikrop =1 hastalık=1 ilaçla tedavi’  modelinin dibine dinamiti de koyuyor.

Dr. Thomas Cowan, kimilerimizin Sally Fallon Morrel ile birlikte kaleme aldıkları The Nourishing Traditions Book of Baby & Childcare kitabından tanıdığı, kendi ismiyle çıkardığı kitapları da şu adresten toplu olarak görebileceğiniz ve hepsini okumanızı hararetle tavsiye ettiğimiz kitap seçkisiyle, Rudolf Steiner felsefesinin modern zamanlardaki yaşatıcısı, doktorluğundan önce ise gerçek manada bir düşünür ve doğa insanı olarak ilüzyonun perde arkasını görmemizde bizlere yardımcı oluyor.

Dr. Cowan’ın açıklamalarından sizlere aktarmak istediğimiz bu bölüm ise, Aubrey Marcus ile 19 Ağustos 2020 tarihinde gerçekleştirmiş olduğu söyleşiye dayanıyor. Söyleşinin tamamını dinlemek isteyenler, buraya tıklayabilir.

Without further ado, işte Dr. Cowan’ın açıklamaları:

MİKROP SİZİ HASTA EDER Mİ ETMEZ Mİ?

“Ciğerlerin zehirlendiği için de öksürüyor olabilirsin. Öksürme, ciğerin kendini temizlemek için verdiği tepki kısmıdır işin, ciğerlerin zehirleniyor. Olan şey bu. “Rahatsızlık”ın sebebi, zehirlenme. O yüzden hasta düşüyoruz.”

ÖRNEK: Yaşadığın bölgede yunuslar mutlu mesut yaşarken bir gün aniden hastalanıverdiler. Aklına ilk gelen acaba hangi genetik değişime uğradılar mı olur, yahut aman yoksa virüs mü kaptılar diye mi düşünürsün, yoksa eyvah, bir kaza filan oldu da denize petrol mü aktı da yunuslar zehirlendi diye düşünürsün?  

Bu koronavirüs meselesi ile ilgili gerçekleri anlamak için tarihte biraz geriye gitmemiz lazım.

Bakalım bakalım…

Mikroorganizmaların hastalık yaptığı fikri nerden çıkmış, aslı astarı var mıymış…

Mikroorganizmaların canlıyı hasta ettiğini nereden biliyoruz?

Koronavirüs denilen bir organizma tutup COVID-19 denilen bir hastalık yapıyor deniyor bize, değil mi? Bu denklem nasıl oluştu, virüsün hasta ettiği fikrine nasıl ulaştık, tarihi kökenine bir bakalım.

Herkesçe yapılan gayet yerinde ve ilginç bir gözleme dayanıyor çıkış noktası; bir yerdeki insanlardan birkaçı hasta düşüyor, sen de bunlar birbirine hastalık geçiriyor herhalde diye düşünüyorsun. Gayet makul ve yerinde bir düşünce tarzı bu. Hatta ta eski Yunanda başlamıştır bu düşünce; hastalıkların bulaşıcı olduğunu, gözle görülemeyen şeylerin dahi kişiden kişiye geçebildiğini düşünürlermiş eskiden.

Bu durumla ilgili söyleyebileceğim ilk şey şu: Bir yerde birileri aynı şekilde hasta düştü diye bunun illa bir bakteri veya virüs gibi bir mikroorganizmadan kaynaklanmış olması gerektiğini kesinlikle söyleyemezsiniz, şayet Hiroşima virüs kaynaklıydı diye düşünmüyorsanız tabii. Orada birsürü insan aynı gün hasta düştü işte ve olay virüs kaynaklı değildi. O zaman bazıları diyor ki, ya tamam ama bak yayılıyor bu hastalık oradan oraya, o zaman kesin virüs veya başka bir mikroorganizmanın işi bu. Fakat yine… Çernobil de Rusya’da başladı, sonra radyasyon tüm doğu Avrupa’yı kapladı ve insanlar hasta düştü işte… Ortada ne virüs var ne başka bir şey?!

İki şekilde de, durumu açıklamaktan uzak, kanıt sayılamayacak savlardan öteye geçmiyor yani virüs hipotezi.  

Şöyle açıklıyorum ben durumu insanlara: Şimdi, elimizde bir inek olsun, inek süt yapıyor ve insanlar da sütünü içiyor. İnek dediğin çayırda otlar ama sen bir şekilde tutup buna karton kağıt, ölmüş ineklerin vücüdundan artık parçalar, türlü tahıllar filan yedirmeye karar veriyorsun, üstüne parazit temizliği için ilaç/kimyasal sıkıyorsun hayvanın, glifosatın var zaten ve böyle uzayıp gidiyor liste… Tüm bunlar zaten yapılan şeyler mi hayvancılıkta, e yapıyoruz tabii. Sonra ne oluyor, hastalıklı bir ineğimiz oluyor elimizde ve süt veriyor, ama biz ineğin hastalıklı olduğundan bihaberiz, içiyoruz o sütü, sonra hasta oluyoruz. 

Sütten hasta olduk mu? Olduk.

Tam olarak ne oldu burada diye bakıyoruz hemen.

Sütü mikroskop altına alıp bakıyoruz, Listeriya bakterisi var. Hasta insanın gaitasına bakıyoruz, ishal olmuş bu kişi, bakıyoruz orada da aynı bakteriden var.

1860’lar dönemindeyiz bu arada… Ve Evreka! Hastalığın sebebini bulduk işte diyoruz. Bir bakteriymiş bizi hasta eden?!

Bu listeriya bakterisi sütten insana geçmiş, listeriyayı sütle alınca hasta olmuşsun. Al sana en basit haliyle Mikrop Teorisi.

Oysa bu yaşananın bir başka açıklaması daha olabilir. Şöyle ki, inek hasta, vücuttaki zehirlerin kan yoluyla süte geçtiği de hepimizin malumu… Sütte zehirler cirit atıyor, listeriya adlı bakteri de o zehirleri ayrıştırıp yok etmek için orada!

 

Bahçeciliğe eli değmiş herkes bilir; organik gübre yığınına ölü sincap koyarsanız kompostu bakteri bürür. Kimse de kalkıp bak kompost yığını enfeksiyon geçiriyor demez. Bıcırdamaya başlamış o kompost yığınındaki bakterileri alıp sağlıklı bir komposta koyarsanız, ilginçtir, daha da üremezler. Tutar o ikinci komposta da sincap leşi koyarsanız pıtrak gibi çoğalmaya başlarlar ama… Bunu yapmadığınız takdirde ise bakteri üremez.  

O halde buradan hareketle, o bakterilerin sırf ortamdaki zehri ayrıştırıp ortadan kaldırmak için orada olduğu hipotezi pekala kurulabilir. Bakterinin kimseyi hasta ettiği filan da yok, ZEHİRDİR seni hasta eden, bakteri değil!     

Şimdi, benim bakış açımla, yapılan her iki açıklamanın da haklılık payı olabilir. Suçlu Listeriya da denilebilir, “listeriya-salt-oraya-zehir-yok-etmek için-gelmişti” de, denilebilir. İkisi de mümkün.

Peki hangisinin doğru olduğunu nasıl anlayacağız?

Cevap gayet basit: Sütten Listeriya bakterisini alıp çıkaracaksın (izolasyon), insana yedireceksin, hasta olup olmadığına bakacaksın. Hastalanıyorsa suçlu Listeriyadır.  

 Tabii Listeriya bakterisi kendi içinde birtakım zehirler taşlıyor da olabilir, fakat onu boşverelim şimdi, konuyla alakası yok farz edelim. 

Listerya baktersini izole edip, bununla birini hasta edebiliyorsan, mikrop teorisini icra ettin demektir.

40 yıl boyunca bunu yapıyorlar işte, hasta insandan veya işte sütten filan Listeriya bakterini ayırıp çıkarıyorlar, insanlara yahut hayvanlara veriyorlar ve benim son 150 yıla ait tıbbi literatürdeki incelemelerime göre, bugüne kadar TEK KİŞİYİ DAHİ BU YOLLA HASTALANDIRAMIYORLAR.

Yok, yapılamıyor!

İçine zehir filan katıp da vermedikleri müddetçe, yani sahtekarlık yapmadıkça, bakteriyle kimseyi hasta edemiyorlar. 

Dedikleri şekilde hastalık oluştuğunu deneyle kanıtlayabilmiş değiller.

Ve doğaya bakacak olursanız, bu bakteriler çöp öğütücüsünden başka bir şey değil aslında. Boğazında streptokok bakteri olmasının sebebi, orada ölü doku bulunması. Bakteri gelip ölü dokuyu çözüp-ayrıştırıp (biyolojik degradasyon) seni pislikten kurtarıyor. Bakterilerin ve mantarların doğadaki görevi budur.

Bir ormana geldin diyelim, bu ormanda hiç enfeksiyon olmasın istiyorum diye düşünüp tüm bakterileri, mantarları yok etmeye giriştin. Ormanı öldürdün demektir, ağaç filan kalmaz ortada çünkü hepsi bunlarla doludur, bunlar sayesinde yaşar. 

Bakteri ağacı, canlıyı istila edip öldürmez; ölü ve hastalıklı dokuyu yiyip ortadan kaldırır. 

Bunu yaparken de birtakım “semptomlara” (belirtiler) yol açar. İşte, ağrı-sızı hissedersiniz fakat sonra işi biter ve siz de kendinizi yeniden iyi hissedersiniz. 

Soru: Peki ya menenjit? Patojenik olduğu haller hiç mi yok bu bakterilerin?   

Listeriya ve meningokok bakteriler hasta insanda ortaya çıkar, sağlıklı insanda bulunmaz bunlar. İşin gerçeği budur. Ayırın meningokok bakteriyi (izolasyon), verin tek başına insana, kimseyi hasta edemez. 

VİRÜS VEYA BAKTERİNİN KİMSEDEN KİMSEYE GEÇMESİ DE, KİMSEYİ HASTA ETMESİ DE MÜMKÜN DEĞİLDİR.

20 senedir kanıt peşinde olanlar biliyorum, yok, buna dair literatürde kanıt yok

PEKİ AMA HASTALIK NASIL YAYILIYORMUŞ GİBİ GÖZÜKÜYOR?

1800’lerin sonuna doğru, bulaşıcı dedikleri bu mikroorganizmaları izole edip mikroskop altında gözle görebiliyor olmalarına rağmen bunların tek bir defa bile birinde hastalık oluşturduğunu kanıtlayamayınca diyorlar ki, Valla bu şeyin bulaşıcı OLMASI LAZIM, orasını biliyoruz. Demek ki göremediğimiz, bundan da küçük bir şeyler var ve insanları bu hasta ediyor.” Ve buna da “virüs” adını veriyorlar. 

Mantık şu: Çok çok küçük bunlar, normal mikroskobumuzla göremiyoruz ama bulaşıcılar, onu biliyoruz.  

Nereden biliyorsunuz diye sorduğunuzda da yanıtları, “Aynı yerde yaşayan insanlar hasta oldu ya işte, demek ki bulaştırıyorlar birbirlerine, öyle olması lazım, kesin biliyoruz,” oluyor.  

Ve tabii hep bir savaş zihniyeti hakim toplumlara; sağlığımızı tehdIt eden bir dış mihrak var, bulacağız bu düşmanı ve bertaraf edeceğiz, öldürünce rahatız, diye düşünülüyor.

Bunu da ilk polio’da deniyorlar. İnsanları kötürüm bırakan yeni bir hastalık kol geziyor, adına polio diyorlar ve ortaya çıkışı da insana, çocuğa, ağıldaki koyuna, ineğe, artık önlerine ne çıkarsa, tutup kurşun-arsenat sıkmaya başladıkları zamana denk geliyor. Arsenik ve kurşunun birleşiminden oluşan bu bileşik sinir felcine yol açıyor. Bunu bilmiyorlar ve olsa olsa gözle göremediğimiz bu virüs denilen şeydir insanları felç eden diye düşünüyorlar. Günün bilimi, öyle olması lazım diyorsa öyledir?! Ve başlıyorlar polio’lu insanların beyinlerini, omuriliklerini, gaitalarını yahut sümüklerini alıp türlü türlü hayvanlara tanıtmaya. Hastalık sümükten, dışkıdan bulaşıyor ya olsa olsa, ya da kişinin beyninde ya, bunlar da beyni alıp püreye çevirip hayvanlara yediriyorlar, olmuyor bu defa cilt altına enjekte etmeye başlıyorlar. Sonuç: Tek bir hayvan dahi hasta düşmüyor. 

O zaman diyorlar ki, bu hastalığın hayvan modeli yokmuş demek ki?! Tuhaf ama gerçek…

Sonunda, 1907’de biri çıkıyor, poliolu bir çocuğun omuriliğini alıp püre haline getiriyor, yarım bardak kadar çıkıyor omurilikten. Saflaştırma (omurilikten virüsü ayırıp alma) filan yok bakın, izolasyon filan hak getire… Süzmüyor dahi…  Püre haline getirdiği omuriliği öylece alıyor, 2 de hint şebeği alıyor, kafataslarına birer delik açıp elindeki malzemeyi beyinlerine enjekte ediyor. Şebeklerden biri ölüyor, diğeri paralize oluyor. Felç olmuş şebeği kaldırıp, “Gördünüz mü? Polio’nun bulaşıcı olduğunu kanıtladık işte,” diyor. 

Bunu okuduğumda aklıma ilk gelen–tabii bir sürü şey var buradan çıkarımlayabileceğiniz ama– ben şey diye düşündüm; şebeğin yerinde olsam ve biri kafama matkapla delik açıp ölmüş birinin omurilik püresini beynime basmaya niyetlense, durmaz kaçardım.

Bu yaptıklarıyla, maymunu gözle görünmez o şeyin felç ettiğini kanıtladıklarını nasıl düşünebilirler, akıl almıyor hakikaten.

Hayır, ortada kontrol deneyi filan da yok?!

Madem deney yapıyorsun, kontrolün nerede? Aç diğer iki şebeğin kafasına deliği, [içinde “virüs” olmadığını düşündüğün] yarım bardak salin yahut destile su ver bakalım beyne?

Belki de hayvanın beynini şişirdiğin için herniasyona gitti de felç oldu? Virüsten olduğunu nereden biliyorsun?

Sümük mü hasta eden başka bir şey mi, kontrol deneyi yapmıyorlar dahi. 

Sitemizden, “çocuk felci” olarak bilinen polio’nun zehirli zirai ilaçlarla bağlantısını anlatan altyazılı video bölümünü görmek için buraya tıklayınız.

İşin kötü tarafı, bugünün bu uğursuz koronavirüs hikayesinde yapılan da aynen bu. Ortada kontrol deneyi filan yok, ki bundan kastımın ne olduğunu da açıklarım isterseniz.   

Yani, açıklaması yok; niye yapılmadı kontrol deneyi ve siz birinden aldığınız sümüğü santrfüjleyip akciğer kanser hücrelerinde çoğaltıp fareye verdiniz, kimi öksürdü kiminin cildi kızardı, siz de kalkıp buna koronavirüs ispatı dediniz? Nasıl olabiliyor böyle bir şey?  

Farenin boğazına yırtık atıp oradan akciğer kanser hücrelerinde beslenmiş sümük materyalini basma işleminin KENDİSİ hastalığa yol açıyordur belki?! Olamaz mı?

İster inanın ister inanmayın, koronavirüsün COVID-19’a yol açtının ispatı olarak sunulan budur dünyaya.

İşte… Mikrobu verip bir türlü yaratamadıkları böyle hastalıklar var ellerinde, mikroskoptan baktıklarında bir şey de göremiyorlar, bakteri filan da yok yani … O zaman diyorlar ki, olsa olsa gözle görülmeyen bir şey, VİRÜS hasta ediyor insanları ve virüsün o zamanlar kelime anlamı da ZEHİR. 

Sonra 1930’larda elektron mikroskobunu icat ediyorlar ve bir bakıyorlar hücrelerin yahut dokuların içinde(!) böyle minik minik partiküller var. Yine bir evreka anı! Görülemeyecek kadar küçük bir şeyler var diyorduk zaten, işte artık elektron mikroskobuyla görebiliyoruz bunları, tamamdır, hastalık yapıcı virüs bulunmuştur, haklılığımızı da kanıtlamış olduk böylelikle diyorlar. 

Bu andan sonraki 20 yıl boyunca adına “inklüzyon cisimcikleri”* dedikleri yahut “virüs” diye adlandırdıkları hücre içindeki minik yapıları yeni mikroskoplarıyla seçebildikleri dönem olarak kayda geçiyor.  

[*Bazı virüs enfeksiyonlarında gerek sitoplazma gerekse çekirdek içinde görülen küçük tanecikler; inklüzyon cisimcikleri; inclusion bodies.]

Dokuları alıp kıyıyorlar, filtreden geçiriyorlar ki bir tek virüs dedikleri yapılar geçsin filtreden, ayrılabilsin diğer materyalden. Bu şekilde virüs yapılarını dokudan ayırıp, saflaştırılmış haliyle yapısal özelliklerini, ne tür proteine sahip olduklarını filan betimliyorlar. Sonra izole edip saflaştırdıkları bu virüsleri alıp hayvanlara veriyorlar… Ve tek bir defa dahi hayvanları hasta etmeyi başaramıyorlar!

Dokuyu hastalandırmayı becemiyorlar. Alıp bu saflaştırılmış virüsleri yumurtada yahut deri hücrelerinde veya akciğer kanseri hücrelerinde filan yetiştirmeye, çoğaltmaya çalışıyorlar. Olmuyor! Bu hücrelerde virüs çoğaltamıyorlar! Virüs için doku modeli yok yani ellerinde! Alıp hayvanda çoğaltalım olmazsa diyorlar ve yok, tek bir hayvan dahi hasta düşmüyor bu virüsler yüzünden!

Efendim hastalığın virüs yüzünden oluştuğunu ispat etmek niye bu kadar zor diye anlatılanlara baktığınız zaman, işte doku kültürü yok, hayvan modeli de yok virüs için ve malum, insanda da deneyemiyorsunuz, etik olmaz filan diye mazeret bildiriyorlar. Fakat iyi de, siz bu virüs dediğinizi şeyin HERHANGİ BİR ŞEYE yol açtığını gösteremediniz ki bu durumda?

Hiçbir şeyi hasta ettiğini dahi gösteremedik ama olsun, biz bu virüs işini çözdük bakın diyorlar. Akıl alır gibi olmayan bir ilüzyon numarası ve senelerdir de yutturuyorlar dünyaya. 

Neyse, 20 yıl böyle uğraşıp durduktan sonra virologlar sonunda pes edip diyor ki, “virüsler hastalık filan yapmıyormuş, vaz geçtik”. Yaptıkları deneylerle yanıldıklarını görmüş oldular, bu konu da burada kapanacak diye düşünürsünüz, ama öyle olmuyor.

Embers diye birinin aklına dahiyane bir fikir geliyor. “Yo yo”, diyor Embers, “virüsün hastalık yapmasına yardımcı olmamız lazım”. 

Viral hastalık geçiriyor dedikleri birinden gidip sümük alıyor Embers, santrfüjlüyor–saflaştırma filan yok bakın, olduğu gibi alıp santrfüjlüyor materyali–sonra bunu dokuya, mesela kanser hücreleri üzerine yerleştiriyor… Bakıyor ki büyümüyor… Tamam diyor, biraz yardımcı olmamız lazım virüse; dokuyu besinsiz bırakacağız bir defa, aç kalacak, üstüne boyalar, antibiyotikler ve başka başka kimyasallar koyup bir güzel de zehirleyeceğiz. O zaman binlerce kopya yapmaya başlayacak virüs, bu da “virüsün hücreleri öldürdüğünü” kanıtlamış olacak.

Düşünsenize, herkesi kırıp geçirmeye, şıp diye öldürmeye muktedir korkunç bir virüs olduğunu ileri sürüyorsunuz, ama laboratuvar ortamında siz kalkıp “enfekte edeceği” dokuyu açlıktan kırıp üstüne bir de zehirlemediğiniz müddetçe deri hücresini bile öldüremiyor?! Ve bugün artık bilim ne biliyor? Siz bunu yapar da, dokuyu aç bırakıp zehirlerseniz, o da hücrelerinde eksozom üretmeye başlıyor! VİRÜS DEDİĞİMİZ ŞEY BU EKSOZOMLAR İŞTE ve doku zehirlendiği takdirde ne yapıyor? Hücrelerindeki genetik materyali toplayıp, yanına da biraz protein katıp dışarı atmaya başlıyor! Zehirlendiğinizde yaşadığınız ishali düşünün, hücre de ishal geçirip bünyesinden dışarı öyle atıyor işte zehirleri, zehir boşaltıyor. Laboratuvarda tutup akciğer kanseri kültürünü zehirlediğinizde, bu oluyor işte…   

Ve sonra, inanması güç ama, ortaya çıkarttıkları bu berbat şeyi alıp, saflaştırıp ayırmadan, olduğu gibi insana zerk ediyorlar, buna da AŞI diyorlar!

Birinin sümüğünü aldılar (saflaştırma filan yok bakın!), virüsü ayırmak için filtreleme işlemi filan hak getire, alıp bunu insan cenini hücreleridir, yumurta hücreleridir, bu hücrelerin içinde olan biten ne varsa bunlarla birlikte kültürlediler. Olmadı tabii, virüs dedikleri yapı çoğalmadı. Çoğaltmak için zehirlemek zorundalar! Zehirlediler, doku hücreleri başladı partikül yapmaya ve canlı virüs AŞISI karşınızda! 

Sonra bu yaptıkları şeyi aldılar, hamsterin boğazını yırtıp açtılar, oradan ciğerlere verdiler. Hamsterlardan bazısının cildi kızardı, bazısı zatürre oldu ve buradan kalkıp dediler ki gördüğünüz gibi fare virüs yüzünden hasta oldu, hastalığın viral kaynaklı olduğunu ve bulaşıcılığını kanıtladık.

BUGÜN BU NOKTAYA AYNEN BÖYLE GELİNDİ İŞTE…

Bu konuda çıkmış her yayını bilmiyor olsam emin olun bugün burada bunları söylüyor, milletin karşısında soytarı konumuna düşmeyi göze alıyor olmazdım.

PEKİ ESKİNİN SUÇİÇEĞİ PARTİLERİ NEYDİ O ZAMAN YA DA KİŞİDEN KİŞİYE HERPES VİRÜSÜ BULAŞMIYOR MU YANİ ŞİMDİ, YA DA AYNI ODADA BULUNDUĞUM KİŞİNİN HASTALIĞINI GEÇİRİYORSAM SONRA, BU NASIL OLUYOR?

Herpes virüsünü ele alalım, aynı genetik materyal (DNA) ilk kişide de var, baktıklarında ikinci kişiden de çıkıyor. Ve nasıl oluyorsa, bu durum sözümona “virüs”ün bir kişiden diğerine geçmiş olduğunun kanıtı kabul ediliyor. Çünkü o genetik materyalin bir kişiden diğerine geçmesi için ille bir şekilde “virüsle enfekte etmiş” olmanız lazım kişiyi, başka şekilde olmaz diye düşünülüyor, değil mi? Teori bu, enfeksiyon olacak. 

Bir defa ilk söyleyeceğim şey şu olur: gidin geriye yine, herpes virüsünün saflaştırılmış izole halini verip de kimseye herpes kaptırmazsınız. Ortadaki yalın gerçek bu… Sekresyonlardan mı bulaştığı düşünülüyor bu “virüs”ün, artık her neyse, bilinmesi zor. Ama bakın, biz burada kişiden kişiye GENETİK MATERYAL AKTARIMINDAN/GEÇİŞİNDEN bahsediyoruz, değil mi? Virüs bulaşından kastımız aslen o, taşıdığı genden anlaşılıyor bu…

Şimdi, Luc Montagnier diye birinin yaptığı deneylerden bahsedelim biraz. Bu kişi, yanlış şekilde HIV’yi AIDS’e yol açan virüs olarak tanımlamış kişidir ama sonra yaptığı hatayı biraz da olsa telafi etmiştir aslında. Şöyle ki, bir deney kabına su koyup, içine bir bölüm DNA yahut RNA koyuyor. Sonra bir kap daha alıp içine yine su koyup, buna da RNA veya DNA yapmak için gerekli hammaddeden, yani serbest halde nükleik asitlerden koyuyor, sonra kabı odanın diğer köşesine yerleştiriyor. Sonra içinde DNA ve RNA bölümleri olan ilk cam kaba bir tür frekans yahut ışık tutuyor, hani infrared sauna lambası gibi bir şey düşünün… Ertesi gün geldiğinde, ikinci kapta birinci kaptakinin tıpatıp aynısı dizilimde DNA veya RNA bölümleri oluşmuş halde buluyor, hem de odanın diğer ucunda olmasına rağmen! Ve bu deney sonuçları, farklı laboratuarlarda denenip çoklu kereler tekrar edilmiş durumda bugün.

 

Nasıl mümkün olabiliyor bu peki?


[Bu deneyle ilgili tüm ayrıntılar için şuraya bakınız.]

İnsanlara şunu anlatmaya çalışıyorum bakın. Bilinen bir şey var, o da BU DÜNYADA MADDE, ŞEKİL VE BİÇİMin (veya desenin, görünmeyen ENERJİLERİ bile GÜÇLÜ BİR ŞEKİLDE ETKİLEDİĞİDİR.

Nereden mi biliyorum bunu?

Çünkü ortada Stradivarius kemanı diye bir şey var da oradan… Müthiş güzel ses veren bir enstrüman bu. Yapıldığı ahşap malzeme özeldir ve özel de bir biçimi vardır bu enstrümanın; bu ikisi bir araya geldğinde çok özel ve güzel ses verir bu keman, çıkan ses de (ses dalgaları da) görünmez, dokunup da hissedemeyeceğimiz ENERJİ FORMUDUR işte! 

Siz gider kontrplak kullanırsanız malzeme olarak veya sapın gövdeye oranını vs hesaplamazsanız, aynı ses çıkmaz o kemandan! 

Gözle görülmeyen enerji dalgalarının organizasyonunda rezonansın rolü bilinir. Salt bir ses duyulduğunu düşünmüyor eminim hiçkimse…

Şimdi virüse gelelim… Virüs veya DNA dediğimiz şeyin belirli bir şekli, deseni var, meydana geldiği belirli bir madde var ve aynı zamanda titreşim yaptığı bir frekans da var! Bu bilinen bir şey!

Sizinle benzer frekansta titreşen biriyle rezonans yaşadığınızda aynı genetik materyal sizde de beliriyor. 

Şu anki hakim genetik model anlayışı tam bir saçmalık; bu modele göre çevreye tanıtılan yeni bir toksine canlı grubunun adapte olup, türünün devamını sağlayacak genetik değişimi tamamlaması nereden baksanız bin yılı bulur. 

Halbuki az önce bahsettiğimiz deneyden de anlaşılabileceği gibi, dış etkiye karşı DNA ve RNA’dan oluşan genetik materyaller arasında hızla haberleşme sağlanıyor. Gerçek zamanlı iletişimden bahsediyoruz! Herkes geçiriyor bunu, hem de bir hafta gibi bir sürede…

Virüs dedikleri şey bu işte!

Uyumlanıyorsun, yeni bir toksinle karşılaşıyorsun, hücre çekirdeğinden bir bölüm RNA veya DNA’yı koparıp atıyorsun, onun ismi de eksozom işte, bunun titreşim yaptığı belli bir frekans var, seninle karşılaşanlar da ortada yeni bir tehdit var, iyisi mi kendimizi korumaya alalım,”deyip bunlarla rezonansa giriyor. Böyle böyle tüm dünyada herkes uyumlanma sürecinden geçiyor ve bir-iki yıl içinde herkesin bu süreçle işi bitmiş oluyor.   

Biliyorum, hayal mahsülü fantastik bir öykü gibi geliyor kulağa, fakat ağaçların yaptığı aynen bu işte. Ağaca dadanan bir böcek var diyelim, spesifik rezonansa sahip kimyevi maddeler yapıp veriyor köklerine ağaç, etraftaki diğer ağaçlar da titreşimi alıp böcekten kendilerini korumak için bu kimyasaldan yapmaya başlıyor.

Bu herkesi birbirinden ayrı ve birbiriyle ihtilaf halinde gösteren, güçlü olan hayatta kalır mantığındaki teori kadar saçma bir şey daha yok dünyada.

Oysa gerçekte, o ağaç komşularına, mantarlara, bakterilere, sincaplara, tavşanlara yardım etmese…hepsi ölüp gidecek. 

. . .

Çoktan kanıtlandı! Rezonanstan DNA doğduğu kanıtlanmış, gösterilmiş bir şey. Fakat bilimin kabahati fazla bilimsel olmaması işte… Hurafelere inanıyor bilim camiası. Diyor ki canlıları etkileyen enerji filan yok dünyada. Sıfır kanıta rağmen inançları, rezonansın yaşamın bir parçası olmadığı yönünde…

Rezonans ve enerjilerin yaşam deneyiminin bir parçası olmadığı gösteren çift-kör deney görmeyi çok isterdim mesela. Zira yaşayan her insan diyor ki var böyle bir şey ve yaşamlarının parçası…

. . .

Bilim çarpık ve yanlış teorisi ile ille diyor ki bize, kendinize güvenmeyin, bana güvenin çünkü siz bu işten anlamazsınııız. Bugün bu Covid meselesinin bu noktaya gelmesinin sebebi de bu işte. Ne virüsten anlarsınız, ne testten anlarsınız, bu düzmece testi size nasıl kakaladığımızı da anlamadınız zaten, biz ne diyorsak o, bize inanacaksınız diyor… E insanların da aklı karışmış durumda zaten, ne olup bittiğinden haberleri yok, sağlam korkutulmuş durumdalar ve n’apsınlar, inanıyorlar bunlara…  

 

PEKİ BU KOŞULLARDA KENDİMİZİ KORUMAK İÇİN NE YAPALIM

İşin başı temiz hava, temiz su ve temiz gıdada… Ve bir de elektromanyetik radyasyon alanlarından korunup kendinizi zehirletmemekte.

Bu şimdiki “COVID” meselesindeki “2 belirti” ne? Aşırı tepki sonucu oluşan enflamasyon ve oksijensizlik.

En başında dedim, birinin immün sistemine aşırı tepki verdirip yoğun enflamasyon yaratmak istiyorsanız yapmanız gereken tek şey vücutlarına ALÜMİNYUM zerk etmek. Ya da solutacaksınız alüminyumu. Veya glifosatı…Veya siyanürü

Hipoksiye gidecek denli oksijensiz bırakmak için de, ortama 5G frekansı vereceksiniz, havadaki oksijeni degrade edecek size… Orada da kalmayacak, mitokondriyaların oksijen alıp ATP üretme kabiliyetlerini de düşürecek. Sonra bakacaksınız, COVID-19 denilen şeyin tüm belirtilerini göstermeye başlamışsınız.

Sitemizden, atmosfere salınan metallerle ilgili belgesele ulaşmak için buraya tıklayınız.

Sorun bu… Demek ki çözüm de temiz su içmek, temiz hava solumak, temiz beslenmek, EMF’le kendini zehirlememek, havadan alüminyum solumamak, vücuduna da zerk etmemek.

İçtiğiniz suda bir dolu zehir var, bunun tartışmalı bir yanı da yok, kavraması da bu kadar güç olmamalı.
Formül olarak, laboratuvar deneyinde kobay hayvanı öldüren şeyi de alıp gıda diye yemeyeceksin, bu kadar basit.

 

.aude sapere.