margieprofetProfet’in gebeliğin özellikle ilk trimesterinde tecrübe edilen bulantı ve tat/koku hassasiyetine kadınların güvenmesi gerektiğini, bunun taşıdıkları embriyoyu çevresel toksinlerden korumak için vücutlarının milyonlarca yılda geliştirdiği bir uyarı sistemi olduğunu, gerektirmedikçe de bu bulantıları kesmek için tıbbi müdahalede bulunulmamaması gerektiğini vurguladığı teorisinden bahsetmiştik.

İşte Profet’in geliştirdiği teorinin ana hatları:

  • Gebe kadınlar şunu bilmeli: yaşadıkları bulantı, taşıdıkları embriyoyu korumak için doğanın sunduğu bir mekanizmadır,
  • İlk trimester’de tüm kadınlar hamilelik bulantısını yaşar. Hamilelik bulantısı dediğimiz zaman sadece bulantı ve kusma anlaşılmamalı, gıda ve kokulara karşı hassasiyet de bu kapsamda düşünülmelidir.
  • Bu mekanizma embriyoyu annenin diyetinde var olan ve düşük veya doğum kusuruna yol açabilecek doğal bitki toksinleri ile bakteriyel toksinlerden korur. Bunu da annenin toksisite işareti olan koku ve tatlardan iğrenmesini sağlayarak yapar.
  • Vücudumuzda bugün sahip olduğumuz her mekanizmanın aslında ilk insanın içinde bulunduğu çevreyle ilgili bir problemi çözmeye yönelik geliştiğini anlamamız lazım. Hamilelik bulantısının o gün için çözdüğü problem de zarar en açık olduğu dönemde embriyoyu atalarımızın diyetindeki doğal toksinlere karşı koruyabilmek.
  • İçinde yaşadığımız doğal ortamda milyonun üzerinde doğal toksinle yaşıyoruz ve bu sayı hergün artıyor.
  • İnsanlar ağırlıklı olarak bitki yiyerek beslenirler ve bitkilerin de kendilerini yemek isteyen hayvanlardan kaçma, saklanma veya onlara karşı koyma gibi bir şansı olmadığından kendilerini “kimyasal savaş”la savunmaya çalışırlar.
  • İstisnasız her bitki düşmanını geri püskürtmek için bir dizi doğal toksin üretir. Brokoli, patates, soya fasulyesi, kereviz, reyhan, muskat gibi hiç ummadığımız bitkisel gıdalarımızda bile bu doğal toksinlerden vardır.
  • Toksinler ayrıca pekçok et ve diğer hayvansal ürünlerde de mevcuttur, çünkü bu ürünlerde sık rastlanan bakteri ve küfler de toksin üretir.
  • Bugün bu toksinlerin çoğunu zarar görmeden yiyebilmemizin nedeni, zaman içinde diğer hayvanlar gibi insanların da bu toksinlere karşı pekçok savunma mekanizması geliştirmiş olmasıdır. Örneğin içkin olarak tehlikeli düzeydeki toksini algılayıp bundan kaçınmasını biliyoruz ve bunun yanısıra yediğimiz toksinlerden de arınma, bunları vücut dışına atma yolları da geliştirmiş vücudumuz.
  • Düşük dozda yetişkinlerin rahatlıkla tolere edebildiği pekçok toksin ise organ formasyonu sürecini sekteye uğratıp kalıcı şekil bozukluklarına yol açarak embriyoya zarar verebilir ve hatta embriyonun ölümüne yol açabilir.
  • İnsan vücudu sayıları milyonlarla ifade edilen bu kadar geniş yelpazedeki toksin içinden tek tek hangilerinin embriyonun organ formasyonunda kusura yol açacağını bilemeyeceğinden, hamilelikteki bu bulantı mekanizması genel toksisite ipuçlarını yakalamaya programlanmıştır ki embriyoyu potansiyel olarak zehirleme ihtimali olan yüksek dozdaki toksinlerden koruyabilsin.
  •  Keskin kokular ve acımtrak/kekre tatlar doğal toksisiteye işaret eden en büyük ipuçlarıdır. Hamilelik bulantısı kadının bu tür gıdalardan güçlü şekilde midesinin bulanmasını ve bunlardan uzak durmasını sağlar.
  • Her toksin insanlarda doğum kusuruna yol açamaz ancak bu hassas dönemde her toksinden şüphelenilmeli ve yüksek dozda alımından kaçınılmalıdır. Hamilelik bulantısının var olma amacı budur. Embriyoyu zehirlerden korur ve yaşatmaya çalışır. toxicplants
  • Kadınlar hamilelik bulantısının ne yapmaya çalıştığını ve nasıl çalıştığını anladıkları noktada embriyolarını korumak adına bu mekanizmanın öngördüğü şekilde davranmaya başlayabilirler.
  • Hamilelik bulantısı aslında hepimizin her dakika kullandığımız fizyolojik mekanizmaların yeniden kalibre edilmesinden başka bir şey değildir. Omuriliğin üst kısmında beynin ilkel bir bölümü olarak var olagelmiş beyin sapı içindeki bir organın görevi kan dolaşımımızdaki toksin seviyesini takip etmek ve belirli bir eşik geçildiği anda da mide bulantısı, kusma ve yiyecek tiksintisini tetikleyerek devreye sokmaktır.
  • Hamileliğin başında işte bu eşik değer aşağı çekilir ki beyin sapı bu nahoş belirtileri çok daha az provokasyonla başlatabilsin.

Profet ayrıca hamilelik bulantısı dediğimiz mekanizmanın tarihsel veya kültürel sınırlamaya tabii olmadığını, dünyanın her yerinde her tarihte her kadının gebelikte bunu yaşadığını söylüyor. Gebeliğin tanımında olan bu durumun bir “hastalık” olarak görülmesini de yanlış bulan Profet, normal bulantının bilakis hamileliğin sağlıklı geliştiğinin işareti olduğunu söylüyor.

Hakikaten de şu ana kadar tutulan istatistikler hamilelik bulantısı yok denecek kadar az ve hafif olan gebelerin düşük yapma riskinin, normal ve ağır bulantısı olanlara oranla 3 kat fazla olduğunu gösteriyor.

Peki ama doğum kusurlarına karşı çocuğumuzu koruyan böylesi bir mekanizmayı nasıl bu kadar yanlış anlayabildik?
Profet, bu evrede kadınların bulantıyı katlanılabilir hale getirmek isterken korkunç hatalar yapmamaları için bu mekanizmanın fonksiyonunu iyi anlamaları gerektiğinin altını çiziyor. Diyor ki,

  • Ulaştığımız modern tıbbi teknoloji sayesinde kadınlar ve hekimleri olmadık yerde sürece müdahale edebilir hale geldi.
  • Hamilelik bulantısı bağlamında bunun en korkunç örneği yaşanan Thalidomide faciasıdır.
  • 1950’lerin sonu, 60’ların başında Avrupalı kadınlar (özellikle Batı Almanya ve İngiltere) hamilelik bulantılarını thalidomide adındaki bir ilaçla geçirmeye çalıştılar, oysa daha sonra bu ilacın insan embiroyunda ağır şekilsel kusurlara, kol ve bacak ve organ deformasyonlarına yol açtığı anlaşıldı.
  • İşin acı fakat ironik kısmı kadınların embriyolarını doğum kusurlarından koruyamaya çalışan bir mekanizmayı tutup bu kusurlara bizzat yol açan bir ilaçla durdurmaya çalışmış olması.
  • Bu kadınlar ve hekimleri hamilelik bulantısının işlevini anlamış olsalar, tıbbi müdahale yerine beslenmelerindeki yanlışları düzeltme yoluna giderek sorunu hafifletmeyi tercih edebilirlerdi.
  • Oysa günümüze dek tıp bu durumu kurtulunması gereken bir başağrısı olarak gördüğünden sülük vurmadan ses egzersizlerine ve açıkça gebeliği tehlikeye atan serviksi açıp genişletme uygulamalarına dek pekçok tuhaf ve hatalı çareye başvurmuş.
  • Hamilelikteki bulantı embriyoyu doğum kusurlarından korumaya çalıştığı için normal koşullarda kadınların bunu bastırmak için tıbbi yollara başvurmaması lazım.
  • Bulantıya neden olan koku ve yiyeceklerden kaçınarak kusma şikayetini en aza indirmek mümkün. Ancak modern beslenmenin nimetleri bu konuda gebenin aleyhine çalışıyor; kakaonun kekre tadını şekerle gizlemenin yolunu bulmuşuz örneğin, normalde embriyo koruma mekanizmasına takılacak bir tadı sistemi bir güzel atlatarak vücudumuza alabiliyoruz.
  • Modern dünyada gebe kadın doğal toksisite emarelerini göstermeyen pekçok toksinle karşılaşabiliyor ve hamilelik bulantısı bu tür maddelere karşı pek de bir koruma sağlamıyor. Aldığınız haplar ve olduğunuz iğnelerdeki toksinler örneğin, normal tat ve koku reseptörlerini doğrudan atlayarak vücuda alınıyor.
  • Modern kadının bugünün vitamin-mineralden fakir yiyeceklerinin, bir de gebeliğinin başındaki bu hassas dönemde çok daha az şey yiyebileceğini gözönüne alarak vücudunda kayba yol açmaması ve embriyonun gelişimini olumsuz etkilememesi için gebelik öncesi dönemde kadınlar vitamin, mineral [ve yağdan] zengin bir diyetle vücut depolarını doldurmuş bir şekilde gebeliğe başlamalılar.
  • Bu dönemde doğru tıbbi kararlar alınması hayati önemde olup, körlemesine müdahalelerden kaçınılmalıdır. Bulantı ve kusma aşırı düzeyde olmadıkça semptomların bastırılmasına çalışılması, vücudun koruyucu mekanizmasının işleyişine sekte vurur.
  • İlk trimester için gebelere verilecek tavsiyelerin odak noktası doğum kusurlarını önlemek olmalıdır. Oysa bugün embriyonun temel malformasyonlara en açık olduğu ilk trimestere dair hiçbir özel yönlendirme veya bilginin verilmediğini görüyoruz gebelere.
  • İlk trimesterdeki bir embriyonun ihtiyaçları ikinci veya üçüncü trimesterdeki bir fetüsün ihtiyaçlarından son derece farklıdır, gebenin beslenme şekli de bu farkı aynen yansıtmalıdır.
  • Ayrıca, gebenin ilk trimesterde yaşadığı fizyolojik değişimlerin bile çoğu ikinci veya üçüncü trimesterdekinden farklı, hatta bunlara zıttır. Tek bir örnekle koku duyusu ilk trimesterda fazlasıyla hassasken son tirmesterde hassasiyet normalin de altındadır.
  • Hamilelere yönelik popüler bazı kitaplardaki tavsiyeler tehlikeli olabilecek niteliktedir; rezene tohumundan yapılmış çayla bulantının bastırılmaya çalışılması gibi. Rezene tohumunda hücrenin genetik materyaline zarar verebilecek bir toksin olan estragolden yüksek oranlarda bulunur. Hamilelik bulantısı dediğimiz mekanizma bizi tam da bu tür bir toksinden korumaya programlı iken kitaplarda gebelere bulantı için tavsiye edilirken görüyoruz.
  • Bir diğer örnek de zencefil kökü. Zencefilde yetişkinlerde bulantı önleyici etkisi olan bir doğal toksin olduğu doğruysa da, etkisinin ne olduğunu bile bilmediğimiz ve embriyoya zarar verme ihtimali olan daha pekçok toksin vardır bu bitkide. Bir gebe her midesi bulandığında zencefile sarılıyorsa neyi riske ettiğini bilmiyor demektir.

Modern diyeti avlayıcı-toplayıcı atalarımızla karşılaştırdığımızda bügüne özel olarak seçilip yetiştirilerek gelmiş bitkilerin çok daha az toksik olduğunu söylüyor Profet, ancak endüstrileşmiş toplumlarda bu defa da bol baharatlı yemekler ve çay-kahve tüketimiyle toksin maruziyetimizi kendi elimizle arttırdığımızı da ekliyor. Gıdalar konusunda dikkat çekici açıklamalarından bazıları şöyle:

  • İnsan vücudu ihtiyaç duyduğu besin öğlerinin pekçoğunu kendi üretemediğinden bunları dışarıdan, çok çeşitli gıdalar yemek suretiyle almak durumundadır.
  • Örneğin çoğu memeli hayvan kendi C vitaminini yapabilirken insan yapamıyor, o yüzden de yaşam için elzem bu besleyiciyi turuçgiller, domates ve brokoli gibi C vitamininden zengin yiyecekleri tüketerek karşılamaya çalışıyoruz.

Peki toksinler sadece bitkisel gıdalarda mı? Hayır. Bunları da şu şekilde özetliyor Profet:

Bakteriyel toksinler: Dondurucuda saklanmadığı müddetçe et ve süt ürünleri anında bakterilerce istila ediliyor. Bakterilerce yenmiş, bozulmuş etin kokusunu biliriz, yenmemesi gerektiğine dair bir işarettir bu koku. Bakteriyel toksinlerin bir kısmı öylesine güçlüdür ki belli belirsiz miktarlarda alındığında dahi gıda zehirlenmesine yol açabilir.
Küf Toksinleri: Bitkiler, süt ürünleri ve etleri tutan çoğu küf de toksin üretir. Yemiş ve tahıllardaki aflatoksinler oldukça güçlüdür örneğin. Düşük düzeydeyse tadını alamayacağımız bu toksinler yeterince yüksek düzeye ulaşmışsa o zaman küf tadını gayet rahat alabiliyoruz. Meyve, sebze, ekmek, yemiş ve sütte görülen parlak renkli küfler zehri bize gayet net işaret eden uyarı sinyalleri aslında. Penisilin ve başka pekçok antibiyotik de küflerden elde edilmiştir.
Pişirmeyle oluşturulan toksinler: Yüksek ısı pekçok toksini ortadan kaldırsa da, bir yandan da zararsız bileşikleri DNA mutasyonuna yol açabilecek türden toksik bileşiklere çeviriyor. Kızartılmış veya yanmış yiyecekler özellikle tehlikeli; mangal veya yağda kızartılmış yiyeceklerin dış kısımları bu türden toksik bileşiklerle dolu.

Yani, bakacak olursak normal günlük diyetimiz epey bir toksinle dolu gözüküyor. Peki ama bunca toksinin bize zarar vermesini hangi mekanizmalarla önlüyoruz?

Toksin tespiti: Savunmadaki ilk hattımız. Koku ve tat duyuları toksin tespitinde kullandığımız iki önemli araç. Doğal toksinlerin kimyasal özelliklerini kekre tat ve keskin koku olarak duyumsuyoruz. Bunlardan uzak durursak zaten pekçok farklı toksinden kaçınmış oluyoruz.

Gıdayı işlemden geçirme: Pekçok bitkinin bir yenilebilen bir de yenilemeyen kısmı var. Yenilebilen kısma ulaşmak için bitkiyi “işlemden geçiriyoruz”. Örnek; kabukları yenilemeyecek denli acımtırak toksinlerle dolu portakal, muz gibi meyveleri yemek için kabuklarını soyuyoruz. Bazı yiyeceklerin de yenilemeyecek kısımlarını işlemden geçirerek yenilebilir hale getiriyoruz. Örneğin bazı toksik yiyecekleri ıslatıp suda beklettiğinizde, güvenle pişirilebileceğiniz kadar toksin atmış oluyor. Üstüne bir de kaynatıldığında zaten bir miktar daha toksinden arındırılmış oluyor.

Diyeti çeşitlendirme: Pekçok diğer hayvan gibi insan da sistemini tek bir toksinle aşırı yüklemek yerine diyetini çeşitlendirmeyi tercih ediyor.

Yeni yiyecek korkusu: İnsanların ve diğer memelilerin kendileri için tehlikeli olabilecek toksinlerden kaçınma yöntemlerinden biri de daha önce hiç yemedikleri bir yiyeceğe temkinli yaklaşmaları. Hatta buna neofobi deniyor. Örneğin tabiatta geyik ilk defa karşılatığı bir yapraktan önce çok küçük bir parça alır, tolere edebildiğini görüyorsa bir dahaki sefere biraz daha büyük bir parça yiyerek devam eder. İnsanlarda da içgüdüsel olarak bu var.

Hücre dökümü: Hayvanlarda hücre atımı yedikleri, dokundukları veya kokladıkları toksinlerin fazlasından kurtulmak için önemli bir mekanizma. İnsanlarda da mide, bağırsaklar, akciğerler, genital sistem, gözler ve ciltte yüzey katmanlar birkaç günde bir atılarak değiştirilir. Böylelikle toksin kontaminasyonu veya bakteri/virüsle enfeksiyonuna bağlı olarak kullanılamaz duruma gelmiş hücreleri atıp, “kök” hücrelerce üretilen yenilerini devreye sokmuş oluruz.

Bulantı, kusma ve tat/kokuya karşı hassasiyet: Gebelerin özellikle ilk trimesterde en önemli savunma mekanizmasıdır. Sinir sisteminin savunma mekanizmasının kadim bir parçasıdır. Tüm memeliler bulantı ve tat/koku hasssasiyeti hissetme kapasitesine sahiptir ve hemen hepsi de kusar. Bulantının temel fonksiyonu belirli bir toksini yeme veya kokusunu solumaya devam etmekten bizi anında caydırmaktır. Bulantı kusmayla da ilintilir; midesi bulanan kişide ince bağırsakta bulunanlar mideye geri itilerek vücüt tarafından dışarı atılmaları sağlanır.

Ağır mide bulantısı öylesine nahoş bir durumdur ki kişi önce sanki ölecekmiş gibi kendini kötü hisseder, sonra keşke ölsem de kurtulsam diye bakar. Bulantı ağrıya benzer; sebep olan şey her ne ise ondan kaçınmamızı sağlamaktır amacı.

Bulantı, kusma ve tat/koku hassasiyetini tetikleyen baş organ beyin sapıdır. Beyin sapının kemoreseptör tetikleme alanı (chemoreceptor trigger zone-CTZ) olarak bilinen kısmı sürekli olarak kanımızda ve beyin-omurilik sıvımızda toksik bileşik olup olmadığını denetler. CTZ belli bir seviyenin üstünde toksin saptadığı anda bulantıyı ve bununla alakalı pekçok diğer savunmayı, örneğin toksin seviyesi fazla yüksekse kusma işlemini devreye sokar. Bulantı ve kusma ayrıca mide-bağırsak sistemimiz ve akciğerlerimizdeki özel toksin dedektörlerince de tetiklenebilir.

Hamilelik Bulantısı: Tek görevi taşınan embriyoyu korumak olan savunma sistemidir. Standart olarak hepimizde mevcut olan dafansif bulantı, kusma ve hassasiyet sisteminin abartılı halidir. Annenin yediği toksinlere karşı embriyonun da kendine ait bir iki savunma sistemi var. Embriyo kaçamaz, plasentadan kendisine ulaşan toksinleri engelleyemez veya dışarı atamaz. Daha hızla bölünüp çoğalmaya çalışan hücrelerini döküp kurtulayım diyerek feda edemez. Plasentanın kendi detoksifikasyon enzimleri de ancak düşük dozdaki toksinlerle başa çıkabilecek düzeydedir. Embriyonun kendini toksinlerden koruyabilmesinin en iyi yolu annenin toksinlerden uzak durmasıdır.

Margie Profet, hamileliğin sanki “small-medium-large” diye T-shirt bedeninden bahsedermiş gibi birbirine eşit üçer aylık dilimlere ayrılmış olmasının gebe için yanıltıcı olduğunu söylüyor. Kadının gebeliği hakkındaki düşünce sisteminin bu gelişigüzel bölümlemeleri değil, gebeliğinin doğal, işlevsel organizasyonunu takip etmesi gerektiğinden dem vuruyor. İşte Profet’e göre gebeliğin aşamaları ve bu aşamalarda yaşananlar:

  • Müstakbel bebeğin gelişimi iki ana aşamadan oluşur ve ihtiyaçları değişiklik gösterdikçe annenin de fizyolojisi, psikolojisi ve davranışları buna göre değişir.
  • Bebeğin vücut bölümleri büyümeye geçmeden önce vücut bulması, oluşması gerekir. Doğum öncesi gelişim ve gebelik iki ana bölümden oluşur; “formasyon aşaması” ve “büyüme aşaması”.
  • Formasyon, şekillenme aşamasındaki bebeğe embriyo, büyüme aşamasına geçmiş haline ise fetüs diyoruz.
  • Formasyon aşamasında embiryonun hücreleri hızla çoğalmakta ve insan vücudunu meydana getiren çeşitli doku ve organları oluşturmak üzere farklılaşmaktadır (buna hücre diferansiyasyonu deniyor).
  • Büyüme aşamasında ise fetüs annenin avuçiçi kadar minnacık bir varlıktan doğuma hazır 3 kiloluk bir bebek haline geliyor.
  • Formasyon safhası yaklaşık olarak, hamile kalındığı andan itibarenki 2 ila 14. haftalar arasını kapsıyor.

embriyo

Büyüme safhası yine aşağı yukarı gebe kalındığı günden itibarenki 14. hafta ile doğuma kadar oılan süreci kapsıyor.
Teknik olarak, gebe kalındıktan 8 hafta sonra, yani organ formasyonunun en kritik dönemi tamamlanmış olduğunda embriyoya fetüs denmeye başlanıyor, ancak fötal dönemin ilk birkaç haftası fetüsün çoğu organı oluşmaya devam ettiğinden formasyon safhası hem embriyo dönemini hem de fötal dönemin ilk 6 haftasını kapsıyor.

  • Formasyon safhası tesadüfi bir şekilde ilk trimester dediğimiz dönemle çakıştığından Profet bu iki terimi birbiri yerine kullanıyor kitabında.
  • Bu iki aşamayı birbirinden ayırmanın kolay bir yolu var: Şayet kadın gebeliğini henüz göstermiyorsa, henüz karnı belli değilse henüz formasyon aşamasında demek; karnı belli olmaya başladığı andan itibaren ise fetüs büyüme aşamasına geçmiş oluyor.

İşte Profet gebelikteki bu dönüm noktasının gebeler tarafından bilinmesinin hayati önemde olduğunu, zira gebelikte oluşabilecek belli başlı hertür doğumsal kusurun bu bahsi geçen formasyon aşamasında meydana geldiğinin bilinciyle hareket eden bir gebenin bunu önlemek için gerekli karar ve önlemleri alabileceğini vurguluyor.

Embriyo için hayatın formasyon aşamasına biraz daha yakında bakalım:

  • Embriyonun işi zor; inanılmaz kısa bir sürede sıfırdan bütün organlarını yapması, bunu yaparken de hiç hata yapmaması lazım. Bir daha geriye dönüp de hatayı düzeltme şansı yok çünkü.
  • Ne mi yapıyor embriyo? Döllenmiş tek bir yumurta hücresini alıp bundan milyarlarca yeni hücre yapıyor, bunları da kol, bacak, kalp, omurilik, beyin, göz, kulak, cinsel organ, cilt veya vücudun diğer hangi bölümüne aitse ona göre kategorize edip düzenliyor.
    Tek tek her organın düzgün şekilde oluşabilmesi için embriyonun hücreleri arasında birbirlerine kim olduklarını, ne yaptıklarını ve kendine komşu hücrelerden ne beklediklerini anlattıkları bir sürekli iletişim sayesinde koordinasyonu sağlanan ve saniye sektirmeden müthiş bir düzen içinde tamamlanması gereken yığınla olayın meydana gelmesi gerekiyor.
  • Embriyonun organ formasyonu için bu olayların sıra ve zamanlamasının şaşmaması şart, zira organın formasyonu tamamlanan kısmı, kendisiyle etkileşimde olan diğer bölümlerin formasyonunu tetikliyor, böylelikle tüm parçaların birbirine tıpatıp uyması sağlanıyor.
  • Organogenez dediğimiz organ oluşum döneminde her gün kritik önemde olaylar gerçekleşiyor. Haftadan haftaya embriyoda öylesine büyük değişimler meydana geliyor ki buna tam bir metamorfoz, başkalaşım diyebiliriz. Bu süreçte organ gelişiminin tek bir gün bile sekteye uğramadan devam edebilmesinin önemi vurgulamak isteyen Profet sadece tek bir haftada embriyonun gelişiminde neler olduğunu anlatıyor:
  • “Hamile kalındığı günden takriben 22 gün sonra düzleşmiş bir grup primitif hücreden, beyne ve omuriliğe gidecek sinir yolu, yani nöral tüp oluşmaya başlar. Henüz gelişimini tamamlamamış kalp atmaya başlar.
    • 24. günde iptidai göz çukurları ve lenslerle başlayan göz oluşumuna geçilir. Nöral tübün üst ucu kapanır. Nöral tübün iki ucu da kapanmadığı takdirde spina bifida (omurganın arka bölümü üzerinde -gelişim kusuruna bağlı- doğuştan dikey yarık bulunuşu; yarık omurga) veya anensefali (beynin olmayışı hali; beyin yarıküreleri ve üzerini örten kafa kubbesinin gelişmemiş oluşuyla belirgin doğuştan anomali) gibi ağır kusurlar oluşur.
    • 26. günde ileride kol ve el haline gelecek uzuv yerleri tomurcuk halinde belirginleşir.
    • 27. gün civarı nöral tübün alt ucu kapanır. İç kulak tomucuğu belirginleşir.
    • 28. gün civarı ileride bacak ve ayağa dönüşecek yerler tomurcuk halinde belirginleşir. Bu zamana kadar artık mide-bağırsak ve akciğerler gibi iç organların taslakları da hazırdır.
    • 21. günden 28. güne bir hafta içinde embriyoda çok çarpıcı fiziksel gelişmeler kaydedilmiştir.”
  • Organların herhangi birinin gelişimi sırasında herhangi bir aksilik olması durumunda embriyoda doğum kusurları meydana gelebilir ve hatta ölüm gerçekleşebilir. Kusurlu embriyoların birçoğunu vücut kendiliğinden atar. Ancak kusurlu embriyoyla gebelik devam da edebilmektedir. Bu durumda kişinin ileriki hayatını fazlasıyla etkileyecek kısmi sağırlık, idrar ve dışkı atılımını kontrol edememe, strabizmus (şaşılık) ve çeşitli öğrenme bozuklukları ortaya çıkmaktadır.
  • Pekçok doğum kusurunun hangi genetik veya çevresel sebepten olduğu bilinmesine rağmen nedeni açıklanamayan kusurların sayısı hiç de az değil. Prefet, bunların büyük bölümünün çevresel koşullardan, özellikle de annenin diyetindeki doğal toksinlerden kaynaklandığını düşünüyor.
  • Doğada gebe bir kadının etrafının çevrili olduğu doğal teratojenler (annenin sağlığına fazla bir zararı olmadığı halde embriyoda kusur oluşturabilecek unsurlar) arasında çeşitli bitki toksinleri, metaller, (megadoz halinde) vitaminler ve enfeksiyöz mikroorganizmalar bulunuyor. Profet’in kitabında dikkat çekmeye çalıştığı, genellikle ilk trimesterde yarattığı tehdit gözardı edilen bitki kaynaklı teratojen kimyasallar.
  • Tüm toksinlerde olduğu gibi teratojenler için de sonucu belirleyen faktör, doz. Tek bir sefer alınan, ölümcül olmayan dozdaki bir toksin bir yetişkinde kalıcı hasar oluşturmayabilir, ancak aynısı embriyoda geri çevrilemez zarara yola açabilir. Anne toksinlerin ölümcül olmayan etkilerine karşı oldukça dayanılıdır, oysa embriyo zarara son derece açıktır.
  • Plasenta koruyucu bir bariyer, evet, ancak geçilemez değil. Embriyoya annenin kanından ulaşması gereken vitamin, mineral ve diğer besleyicilerin geçebilmesi için belirli bir geçirgenlikte olması lazım plasentanın. Ancak bu aynı zamanda besleyici özellikte olmayan bazı küçük moleküllerin de, örneğin bitki toksinleri, annenin kanından embriyoya ulaşması anlamına geliyor. Hatta bitki toksinlerinin pekçoğunun plasentadan rahatlıkla geçecek boyutta olduğu biliniyor.
  • İlk trimesterdeki kadının kan dolaşımına aldığı her şeyin embriyoya ulaşabileceğini bilmesi ve kanına ne girip girmeyeceğini büyük ölçüde kendisinin belirlediğini hatırlaması lazım.

Profet, bitki toksinlerinin canlıların üreme sistemlerini nasıl hedef aldığını çiftlik hayvanlarında görülen çeşitli doğum kusurlarından örneklerle açıklıyor:

  • Bitki toksinlerinin çiftlik hayvanlarında yol açtığı doğum kusurları arasında yarık damak, göz malformasyonları, vücut ekstremitelerinde deformasyonlar ve skolyoz (Omurganın sağ ya da sol yana kavis göstermesi; bu nitelikle belirgin omurga deformitesi) sık görülenler.
  • Bitkilerin silah aresenali genellikle hayvanların üreme sistemlerini hedef alıyor; yavru atımı veya üreyemeyecek halde deforme yavrulamaya neden oluyor.
  • Bitkilerin hayvan doğurganlığını bozmada en sık başvurduğu yöntemlerden biri de, hayvanların üreme hormonu estrojeni taklit eden kimyasallar üretmek. Bu kimyasallara fitoestrojen deniyor ve kimyasal yapısı estrojene benzemese de yine de hayvanın dokularındaki estrojen reseptörlerine bağlanıp, gerçek estrojene yer bırakmayabiliyorlar.
  • Estojen benzeri kimyasal üreten bitkilerin başlıcaları soya fasülyesi, pekçok yonca türü ve alfalfa.
  • Bu bitkilerdeki fitoestrojenlerin çiftlik hayvanlarında kalıcı kısırlık, yumurtalık kistleri, prematüre doğum ve düşüğe yol açtığı biliniyor.

Bitki toksinlerinden bazılarının ise yüzyıllardır geleneksel toplumlarda düşük yapıcı etkisi biliniyor ve hazırlanan özel karışımlarla istenmeyen gebelikler bu şekilde sonlandırılıyor. Dünya üzerinde pekçok farklı kültürün birbirinden bağımsız olarak toksik bitkiler ve düşük ilişkisini kurmuş olması aslında dünyada embriyoya zararlı olabilecek ne kadar çok bitki türü olduğunun altını birkez daha çizmiş oluyor diyor Profet.

  • Biyologlar şu ana kadar binlerce bitkisel toksin keşfetmiş olsa da gıda olarak tükettiklerimiz üzerinde araştırma yok denecek kadar az ve bunların insan embriyosu üzerindeki etkisi de bilinmiyor.
  • Bir coğrafi bölgeden diğerine yemek kültürü oldukça büyük farklılıklar gösteriyor ve buna bağlı olarak bu bölgelerde belirli birtakım doğum kusurlarının görülme sıklığı da değişiyor.
  • Norveç’te yapılan bir çalışmanın sonucu enteresan. Daha önce doğuştan kusurlu bebek dünyaya getirmiş bir kadının ikinci gebeliğinde bunu tekrarlanma riski yüksek olsa da, aynı kadın ikinci çocuğa hamile kalmadan önce semt değiştirmişse bu risk yarı yarıya azalıyor. Bu kadınların direkt olarak içinde bulundukları çevredeki belirli bazı faktörler ve büyük olasılıkla da yedikleri yiyecekler, embriyonun gelişimini doğrudan etkiliyor gözüküyor.

Sık tüketilen gıdalarımızdaki doğal toksinlerin etkileri mutlaka çalışılmalı diyor Profet, ancak gebeler üzerinde bu türden bir çalışma yapılamayacağı için de kesin nitelikte bir bilgiye hiçbir zaman ulaşamayabiliriz diye de ekliyor. Yine de, embriyonun sağlığı için karar alırken bugüne kadar doğruluğu ispatlanmış tüm verileri değerlendirmeye almalıyız dedikten sonra bunların neler olduğunu şöyle sıralıyor:

  • Kendilerini yiyen hayvanlara zarar vermek üzere tüm bitkiler toksin üretir.
  • Anneye hiçbir zararı olmayacak denli düşük dozdaki bitki toksini embriyoya zarar verebilecek güçtedir.
  • Bitki toksinlerinin birçoğunun hayvanlarda doğum kusurlarına yol açtığı bilinmektedir.
  • Doğa insanları toksinlerin (veya başka doğal tehlikelerin) etkisinden muaf tutmamıştır.
  • Bazı ilaçlar insan için güçlü birer teratojendir ve ilaçların bitki toksinlerinden çok büyük bir farkı yoktur. Hatta çoğu ilaç doğrudan bu bitki toksinlerinden elde edilmekte veya bunların sentetik birer analogu olarak kullanılmaktadır.
  • İnsanların tükettiği gıdalardan bazılarının gebe hayvanlara yüksek miktarda yedirildiği takdirde doğum kusuyrlarına yol açtığı deneylerle gösterilmiştir.

Profet gebe kalmadan önce ebeveynlerin herhangi bir gıda toksininden fazlaca yüklenmemek için sık sık farklı yiyeceklere yönelmelerinin iyi bir strateji olabileceğini söylüyor. İlk trimesterde yenilebilecek gıdaların yanısıra özellikle kaçınılması gereken gıdaları ise genel olarak şöyle özetliyor:

İlk trimesterde yenilebilecek en iyi gıdalar:

  • Meyve ve meyve suları
  • Süt ve sade yoğurt; meyve ve/veya şekerle tatlandırılmış süt ürünleri
  • Ekmek, makarna gibi sade ve yavan işlenmiş tahıl ürünleri ile başka nişastalı yiyecekler
  • Pişmiş taze yumurta – ekmek, kek, noodle, waffle veya krep malzemesinde kullanıldığında daha iyi tolere edilebiliyor.
  • Haşlanmış taze et

İlk trimesterde temkinli yaklaşılması gereken gıdalar—az yenmeli

  • Taze fasulye, havuç, domates ve bezelye gibi fazla kekre veya keskin tadı/kokusu olmayan sebzeler
  • Sağlıksız yağla hazırlanmış gıdalar
  • Çikolata, vanilya, nane ve zencefil gibi kekre veya keskin kokulu bitki bölümleriyle hazırlanmış tatlılar

İlk trimesterde yenilebilecek en kötü gıdalar—yenmemeli

  • Brokoli, brüksel lahanası, biber gibi fazlasıyla kekre ve keskin sebzeler biber baharat
  • Reyhan, defne yaprağı, karabiber, tarçın, kişniş, kimyon, dereotu, rezene, mercanköşk, nane, muskat, keklikotu, biberiye, adaçayı, tarhunotu, kekik de dahil olmak üzere tüm baharat ve otlar.
  • Yemeklere tat varsin diye konulan soğan, sarmısak, acı biber, hardal gibi diğer kekre/keskin bitkiler.
  • Mantarlar
  • Patates türleri
  • Mangal/barbeküde pişirilmiş gıdalar ve yanmış yiyecekler
  • Kafeinli veya kafeinsiz kahve, çay, bitki çayları ve cola gibi kekre bitki bölümlerinden yapılmış içecekler.
  • Not: Sağlıklı bir ilk trimester gebesi damak tadına göre, normal ölçülerde tuz yiyebilir.

Hamilelik bulantısı nasıl oluşuyor; kadının vücudu embriyosunu toksinlerden nasıl koruyor:

Profet hamilelik bulantısının gebeliğin ilk trimesterindeki diğer fizyolojik değişikliklerle bağlantısını öyle güzel kuruyor ki, gebe bu dönemde vücudunda olup biteni gözünde rahatlıkla canlandırabilecek hale geliyor.

Hormonlar

brainstem

Beyin Sapı: Beyinden omuriliğe inen çıkıntı şeklinde bölüm

Hamilelik bulantısını başlatan, sürdüren ve nihayetlendiren şey hormonlar.

Vücudun ana toksin sensörünün beyin sapındaki CTZ olduğundan, CTZ’nin her memelide olduğundan bahsetmiştik. Ancak CTZ’nin beynin büyük bölümünden farkı, dolaşımdaki kanla adeta yıkanıyor olması. Bundaki amaç da kanda ne var ne yok analiz edebilmek. Kanınızda hangi toksinden ne kadar olduğunu CTZ’nin kılcal damarlarındaki çeşit çeşit sensör anı anına okuyor ve toksin seviyesi belirli bir eşik değeri aştığı anda CTZ’den sinir sisteminin değişik bölgelerine bulantı, kusma ve gıda hassasiyeti oluşturmak üzere bir dizi sinyal gönderilmeye başlanıyor.

CTZ sizin gebe olup olmadığınızı “biliyor”. Nasıl mı? Kan dolaşımınzıdaki hormonların cinsini ve miktarını okuyor da ondan. Gebe olduğunuzu anladığında da elbette embriyonun en hassas dönemi olan ilk trimesterde zehre karşı hassasiyetini artırıp, müteakip dönemlerde bu hassasiyeti yeniden düşürüyor.

Hamilelik bulantısında parmağı olan hormonlar hangileri?

Başı çeken üç aday var: estradiyol (bir estrojen türü), progesteron ve HCG.

Estradiyol: Her regl dönemi başında yumurtalıkların salgıladığı estradiyol, embriyonun rahme tutunmasıyla birlikte normal döngüdeki gibi düşüşe geçmek yerine aksine artış gösteriyor ve gebeliğin 6. haftasına gelindiğinde yumurtalık yerine estradiyolün büyük kısmı artık plasenta tarafından salgılanmaya başlıyor. Estradiyol seviyeleri hamilelik süresince sürekli artış gösteriyor.

Bu hormonun hamilelik bulantısındaki rolünden neredeyse kesinkez eminiz çünkü aynı hormonun gebe olmayan kadınlar ve diğer memelilerin CTZ’lerinde de hamilelik bulantısına benzer dramatik etkilere sahip olduğu biliniyor. Örn. yüksek oranda estrojen bulunan doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda ve laboratuvar hayvanlarında görülen mide bulantısı ve gıda hassasiyeti gibi.

CTZ kandaki estradiyol seviyelerini izleyebiliyor çünkü buna özel reseptörleri var.

Estradiyol seviyeleri gebelik süresince arttığına göre bulantının genellikle ilk trimesterle sınırlı kalıyor olmasını nasıl açıklamalıyız sorusuna ise Profet’in yanıtı Progesteron.

Progesteron: Embriyo rahme tutunduğu takdirde, plasenta hamileliği sürdürebilecek düzeyde kendi progesteronunu yapar hale gelinceye dek yumurtalıklardan progesteron salgılanmaya devam ediliyor.

Embriyonun implantasyon anından itibaren salgılanmaya başlasa da progesteron ’embriyo dönemi’nin geri kalanında, yani 3. ve 8. haftalar arasında sabit seviyede kalıyor. 8. haftadan sonra yeniden yükselmeye başlıyor ve gebeliğin sonunda dek artış devam ediyor.

Progesteronun yarttığı etkilerden bazıları estrojenin zıttı olduğundan hamilelik bulantısını sonlandıranın da bu hormon olması kuvvetli bir ihtimal. Progesteronun örneğin damar içi dokular gibi düz kas dokuları üzerinde sakinleştirici etkisi var. Tam bilinmemekle birlikte CTZ’nin damarlarında böyle bir etki göstermesi muhtemel. Hamilelik bulantısının tepe noktası, yani 3 ila 8. haftalar arasında progesteron seviyeleri genellikle sabit kalırken estradiyol seviyeleri ani şekilde yükseliyor; gebenin kan dolaşımındaki estrojen seviyesi progesteronun 10 katına çıkıyor. 8. haftadan sonra ise progesteronun tekrar yükselişe geçmesiyle aradaki fark kapanmaya, hamilelik bulantısı da etkisini kaybetmeye başlıyor.

HCG – İnsan koryonik gonadotropini: Zamanlamadan dolayı nicedir hamilelik bulantısında parmağı olduğundan şüphelenilen hormonumuzdur: bulantı başladığında HCG yükselişe geçer, bittiğinde de düşer. Embriyo rahme tutunur tutunmaz plasentası HCG üretmeye başlar ve bunu da annenin kan dolaşımına salar. Gebelik testlerinde ölçümü yapılan hormon da budur. Aşağı yukarı 8. haftaya kadar annenin kanında HCG seviyeleri artmaya devam eder, ardından düşüşe geçer ve 10. haftadan itibaren hızla azalarak 14. haftadan itibaren gebeliğin sonuna kadar az bir seviyede kalır.

HCG’nin annenin yumurtalıklarını uyararak gebeliğin ilk birkaç haftası boyunca estradiyol ve progesteron üretmeye devam etmesini sağladığı biliniyor ancak estradiyol gibi CTZ’yi doğrudan uyarıp bulantı-kusma ve gıda hassasiyeti yapıp yapmadığı henüz bilinmiyor. Görünüşe göre HCG’nin bulantıdaki rolü bu noktada yardımcı rol kategorisinde, başrol de estrojende.

Profet ayrıca gebeliğin ilk trimesterinde annenin yaşadığı kokulara karşı aşırı hassasiyet geliştirme, aşırı salya üretimi, tansiyon düşüklüğü, ishal, yeni yiyeceklere karşı tahammülsüzlük, sık idrara çıkma, halsizlik gibi diğer fizyolojik değişimlerin mekanizmasını da açıklayıp herbirinin nasıl embriyoyu toksinlerden korumaya hizmet ettiğini gösteriyor.

Gebelik Hiperemezi (hyperemesis gravidarum)

Gebelerin çok az bir yüzdesi embriyonun hayatını tehlikeye atacak düzeyde az bulantı yaşarken, bir başka küçük yüzde de bu defa kendi hayatlarını tehlikeye sokacak denli sık ve şiddetli kusabiliyor. Kısa süreliğine de olsa hastane yatışı gerektiren, gebenin midesinde hiçbir yiyecek tutamadığı ve sürekli olarak istifra ettiği bu arazi duruma ‘gebelik hiperemezi’ deniyor.

Neden bazı kadınlarda bu sorunun görüldüğü bilinmiyor ancak Profet’in tahmini beyin sapındaki CTZ’nin yumurtalıklar ve plasenta tarafından üretilen estrojene aşırı reaksiyon verdiği yönünde. Ayrıca bu kadınların kandaki estrojen değerlerinin de normalin üstünde olduğu kaydedilmiş.

İkiz bekleyen gebelerin bu duruma yakalanma riski daha fazla, zira bir yerine iki plasentanın ürettiği estrojen toplam estrojen değerini de yükseltiyor.

Obez gebelerde görülme riski de artıyor bu durumun çünkü yağ hücreleri androstenedion adlı stereoidi estrojene dönüştürüp kana veriyor.

Bazı araştırmacıların geçici tiroid anomalilerinin de bu durumu tetikleyebileceğini öne sürdüğünü hatırlatalım.

Gebelik hiperemezi olan kadınların çoğunun bebekleri sağlıklı doğuyor, ancak kusma hali ikinci, özellikle de üçüncü trimestere sarkan gebelerin yetersiz beslenmeden dolayı bebeklerinin düşük ağırlıkla doğma riski ortaya çıkıyor.

Bazı çalışmalar ağır gebelik hiperemezi olan annelerden doğan bebeklerde birtakım doğum kusurlarının biraz daha fazla görüldüğünü bulurken, başka çalışmalar bu şekilde bir risk ortaya koymuyor.

Hamilelik bulantısının aşırıya kaçıp kaçmadığını nasıl anlarız?

Hamilelik bulantısı normal seyreden ancak kusma da görülen kadınlarda ilk tirmesterde kilo kaybı görülebilir. Vücut ağırlığının %5’inden fazla kilo kaybı oluşması durumunda gebenin doktoruna danışması gerekir. Midesine hiçbir şey tutamayacak şekilde kusma görülüyorsa, damardan sıvı ve elektrolit verilmesi gerebileceğinden yine doktorla temasa geçilmelidir.

Bulantının nedeninin hepatit, apendisit, enfeksiyöz ishal, idrar yolları enfeksiyonu, peptik ülser, safra kesesi iltihabı, böbrek yetmezliği, karaciğer hasarı, hipertiroid, pankreas enflamasyonu veya diyabetik asidoz kaynaklı olup olmadığına dair gerekli testler yaptırılmalıdır.

Hemen her yiyeceğin kokusu midesini kaldıran gebeler neler deneyebilir?

Koku duyusunu atlatmaya yönelik bazı öneriler şunlar olabilir:

  • Soğutmak yiyeceklerin kokusunu azaltacağından günlük taze süt, meyve ve buzla karıştırılıp cam bardağa konulduktan sonra bardağın ağzı streç folyoyla sıkıca örtülüp bir pipet yardımıyla birkaç dakikada bir küçük yudumlar alınabilir.
  • Meyve suları suyla seyreltilerek koku azaltılabilir.
  • Bebeklerin kullandığı suluk tarzı bardaklarla meyve suyu içilmeye çalışılabilir.
  • Azar azar sık sık yemek yenilmeye çalışılmalı, karnı şişirip bulantıya neden olabileceğinden yemeklerle birlikte sıvı almaktan kaçınılmalı. Sıvılar öğün aralarında alınmalı.
  • Kilo kaybı fazla olan kadınlar daha ziyade sade kemik/et suyu gibi sıvı gıdalara yönelmek isteyebilirler veya yaşlılar ile kemoterapi hastalarına özel olarak hazırlanan yüksek kalorili likid gıda takviyelerini deneyebilirler.
  • Kusma nedeniyle vücutta azalan iki önemli elektrolit, sodyum ve klorürü yerine koymak için yiyecek ve içeceklere damak tadına göre tuz eklenmekten kaçınılmamalıdır.
  • Etrafta rahatsız edici hertürlü kokudan kurtulmak için özel önlemler almak yeterli olmuyorsa maske takılabilir.
  • Işık da önemli bir tetikleyici olabileceğinden karanlık ortamlar tercih edilmeli, parlak ışığa bakmaktan kaçınılmalı, TV – müzik seti kapatılarak sesli uyaranlar da asgariye indirilmeli.

Uygulanabilecek tedavi yöntemleri:

  • B-6 Vitamini takviyesi: Bu vitaminin bazı kadınlardaki şiddetli bulantıyı neden iyi geldiği tam bilinmiyor. B-6’nın bilinen temel işlevi amino asit, yağ ve karbonhidrat metabolizmasındaki yardımcı rolü. Ancak B-6 ve estrojenin dolaylı da olsa etkileşime girdiği, ilk trimesterde bulantıyı tetikleyici rolü olan estrojen şayet yüksek seviyedeyse, bunun vücutta B-6 eksikliğine benzeyen birtakım değişimlere yol açtığı biliniyor. Yüksek doz B-6 desteği ile belli ki bu değişimlerin önüne geçilebiliyor.
  • İntravenöz Beslenme: Gebelik hiperemezinde vücut tehlikeli seviyelerde sıvı kaybına uğrayabiliyor. Bunun için yapılacak şey damardan su, şeker, vitamin ve mineral karışımı sıvı verilmesi. Ancak bu şekilde şekerli su solüsyonu verildiğinde yanında mutlaka tiyamin (B1) vitamini de verilmesi gerekiyor. Aksi takdirde paralizi, koma ve bazı hallerde ölümle sonuçlanabilen Wernicke ensefalopatisi adındaki nadir nörolojik bozukluk görülebiliyor.
  • İlaçlar: İntravenöz beslenmeyle bulantı halinde iyileşme sağlanamıyor, gebe kaybettiği kiloyu geri alamıyor veya en azından mevcut kilosunu koruyamıyorsa düşünülebilecek bir yöntem. Farmasötik ilaçların gebeler üzerinde hemen hiç denenmediğini ve Talidomid faciasından sonra da ilaç firmalarının şiddetli gebelik bulantısına yönelik ilaç geliştirmekten kaçındıklarını düşünecek olursak, piyasadaki bu bulantı önleyici ilaçların hiçbirinin gebelik hiperemezi için ideal değil ve yan etkileri var. Kullanılan ilaçların büyük bölümünün gebelikte kullanıldığı takdirde doğumsal kusura yol açıp açmadığı bilinmiyor, o yüzden gebenin mümkünse ilk trimesterde veya en azından 8. haftanın sonuna kadar herhangi bir ilaç almaması tavsiye ediliyor.
  • Alternatif terapiler: Akupresör (parmak akupunkturu), hipnoz, biofeedback ve rahatlama terapisi ağır gebelik bulantılarının şiddetini azaltabiliyor. İlk etapta intravenöz beslenmeyle birlikte bu tekniklerden bir veya birkaçını uygulamak oldukça iyi sonuç verebiliyor.