Araştırmaya imza atan ABD’de ulusal çapta örgütlenen ve kendilerini ‘durdurulamaz anneler koalisyonu’ olarak tanımlayan GDO karşıtı Moms Across America derneği. Kendilerine iletilen Pediasure marka besleme solüsyonunu topladıkları bağışlarla test ettiriyorlar ve sonuç, numunelerin %30’unda oldukça yüksek oranda Glifosat var.

haber1

Bu testlerle saptanan glifosat seviyelerinin mikrobiyomu tahrip edici ve böylelikle bağışıklık sisteminin ağırlıklı bölümüne zarar verici etkisi olduğu çok açık.

Bahsi geçen yüksek oranı perspektife oturtmak istersek, tavuklarda barsak florasını ortadan kaldırdığı gösterilen 75 ppb (milyar partikül başına 75 birim)’lik oranın 800 ila 1100 kat üstünde değerlere rastlanıyor, kaldı ki hassasiyet oranı yüksek bir test kullanılmış olsa bu oranların çok daha yüksek çıkacağı da tahmin ediliyor. Peki ama ne anlama geliyor bu 75 ppb’lik glifosat oranı? Şöyle diyelim; sadece 50 ppt (trilyon partikülde 50 birim)’lik oranın farelerde böbrek, karaciğer ve cinsiyet hormonu değişikliklerine yol açtığı biliniyor.

Ülkemizde de kullanılan Pediasure marka enteral beslenme solüsyonunun içeriğinde hepsi de genetiği değiştirilmiş ürünler olan ve enflamasyona yol açtığı bilinen mısır şurubu, soya ve şeker görüyoruz ve ne yazık ki GDO’lu ürünler sadece bu markayla da sınırlı değil. ABD’de EPA adlı ajans tam 160 farklı üründe glifosat kullanımına izin vermiş durumda. Bunun anlamı şu; Glifosat adlı herbisit sadece GDO’lu tarım ürünlerinde değil, olgunlaştırıcı ve kurutucu olarak geleneksel ürünlerde de yaygın olarak kullanılmakta. Bu bizi niye ilgilendiriyor? Çünkü bu uygulama Türkiye’de de yaygın şekilde devam etmekte.

Biyoteknoloji devi Monsanto’nun RoundUp adlı herbisitinin aktif maddesi olan Glifosat’ın bilimsel olarak kanıtlanmış özelliklerine bakalım:

1. Şelasyon ajanı: Değdiği canlıdan hayati önemdeki besleyici öğeleri çalıyor. Ne mi bunlar? Modern tarım uygulamaları nedeniyle toprağın kaybettiği ve gıdalarımızdan yeterli seviyede almakta zaten zorlandığımız manganez, kobalt, molibdenum, bakır, demir, sülfür, selenyum vb. değerli mineraller. Glifosat bunlara bağlanarak vücudun olması gerektiği şekilde kullanmasını önlüyor, bu minerallerin vücutta yanlış yerlerde birikmesine yol açıyor, bu da aynı anda hem toksisite hem de mineral eksikliğine yol açıyor.

2. Patentli antibiyotik: Bağışıklık sistemimizin en az %70’ini oluşturan bağırsak florasını, özellikle dost bakterileri hedef alıp öldürmek ve patojenik bakteri popülasyonunun artmasını sağlamak suretiyle tahrip ediyor. Bu da bugün tüm otoimmün hastalıkların altında yatan neden olarak kabul edilen sızıntılı bağırsak sendromuna ve enflamatuar sorunlara neden oluyor. Bağırsak florasında yol açtığı tahribat sonucu, sadece bağırsak mikroplarımız tarafından sentezlenebilen aminoasitlerden mahrum kalıyoruz ve bu aminoasitlerin öncülü olduğu, vücutta biyolojik olarak önemli görevlere sahip moleküllerden serotonin, melatonin, dopamin, melanin gibi nörotransmitterler ile E ve K gibi vitaminleri üretemiyoruz.
Örneğin Glifosatın üretim kabiliyetimizi sıfırladığı Triptofan/Serotonin ve Melatonin’in görevlerine baktığımızda insülin/diyabet regülatörü olma özelliğinin yanısıra uykusuzluk, depresyon, bipolar ve saldırgan davranışlara karşı koruyucu etkisini olduğunu görüyoruz. Bu sorunlarda yaşanılan muazzam artışın nedeni yavaş yavaş netleşiyor sanırız.

3. Endokrin bozucu: Fetüs gelişimini durdurucu ve fetüsü deforme edici etkisi biliniyor; düşük, doğum kusurları, kısırlığa yol açıyor.

4. Hücre yıkıcı: Kan-beyin-bariyerininin yapısını bozup toksinlerin beyne ulaşmasının yolunu açıyor. Massachusettes Institute of Technology (MIT)’de üst düzey biliminsanı Stephanie Seneff’in çalışması, Gllifosat’ın aşılardaki alüminyumu beyne taşıdığını ve bu yolla nörogelişimsel bir bozukluk olan otizme yol açtığını ortaya koyuyor. Seneff’in öncülüğünde yapılan çalışmalar otizmdeki artışla Glifosat kullanımı arasında %99’luk korelasyon gösteriyor. Seneff, Glifosat’ın aşılardaki alüminyum, cıva ve glutamatla sinerjik şekilde çalıştığını ve aşılar vurulduğu anda kanda Glifosat bulunması halinde zararın çok daha fazla olduğunu belirtiyor.

5. Enzim önleyici: Glifosat karaciğerdeki sitokrom P450 adlı enzimlerin çalışmasını bozuyor. Bu enzimlerin yerine getirdiği önemli görevlerden sadece ikisini verelim: D vitamini aktivasyonu ile çoklu toksik kimyasal ve ilaç detoksifikasyonu. Örneğin Tylenol olarak bildiğimiz asetaminofen bu enzimler çalışmadığı takdirde toksik hale geliyor.

6. Yeni çalışmalar ayrıca Glifosat’ın antibiyotiğe dirençli bakterileri çoğalttığını da ortaya koyuyor.

Monsanto’nun ürünlerine onay veren resmi mercilerin (ABD’deki FDA) bu kararlarını bizzat Monsanto’nun sağladığı bilimsel çalışmalardan çıkan Glifosat’ın biyo-akümülatif olmadığı yönündeki sonuçlara dayandırdığını biliyoruz. Örneğin Monsanto’nun kıdemli bilimadamlarından Dan Goldstein’ın ifadesi aynen şöyle:

“Yiyecek veya içecekle alındığı takdirde glifosat hızla dışkı yoluyla vücuttan atılıyor, yağ dokuda veya vücut dokularında birikme özelliği göstermiyor ve metabolize edilmiyor. Hiç değişikliğe uğramadan, aynen idrarla dışarı atılıyor”.

Gelgelelim yine Moms of America derneğinin önderliğinde yürütülen bağımsız çalışmalarda Amerikan annelerin sütünde yüksek oranda Glifosat’a rastlanmış olması ve bu oranların şu ana kadar idrarda görülen oranlardan çok daha yüksek çıkması dünya genelinde büyük endişeyle karşılanması gereken sonuçlar, zira bu veriler Glisofat’ın, Monsanto’nun iddiasının aksine vücutta zaman içinde birikme özelliğine sahip olabileceğini gösteriyor. İşin ilginç tarafı ise, teste katılan annelerin GDO konusuna hassas yaklaşan ve özellikle GDO’suz ürünleri tüketmeye özen gösteren kişiler olması!

haber2
Stephanie Seneff de Glifosat üzerine yaptığı araştırmalardan yola çıkarak bu konuyla ilgili şu yorumu yapıyor:

“Kanserli bebek ve çocuklara besleme sondasından Glifosat ile kontamine gıdaların veriliyor olmasını hayretle karşılıyorum. Sağlık durumu bu denli kritik çocuklara sağlanacak enteral beslenmenin toksik kimyasallardan mümkün mertebe arındırılmış olması gerektiğini en başta tıp mensuplarının bilmesi gerekir. Bu, glifosatı doğrudan kan ve dokulara vermek demektir. Böyle bir durumda seçilebilecek tek yol var, o da organik sertifikalı ürünleri kullanmak.”

Bağışıklık sistemi zayıflamış, hasta bebek ve çocukların iyileşmesi için emanet edildikleri sağlık sisteminde, yukarıda sadece bugüne kadar tespit edilebilmiş zararlarını verdiğimiz bir kimyasalın tedavi adı altında verilebiliyor olması hakikaten düşündürücü. Monsanto’nun ülkemizde de Bergama, Çanakkale, Antakya ve Bursa şehirlerinde 4 üretim tesisiyle ölüm tohumlarını üretmeye ve iç piyasaya sağlamaya devam ettiğini ve elbette tarım ilacı RoundUp’la beraber ülkemizde de Glifosat’ın 15 yıla yakın zamandır yaygın şekilde, GDO’suz tarım ürünleri de dahil olmak üzere kullanıldığını düşünürsek, gelecek nesillerin sağlığının çoktan dev ilaç ve tarım şirketlerince ipotek altına alınmış olduğunu görebiliriz. Dünyanın en büyük tohum-pestisit ve biyoteknoloji firmaları Monsanto, Dupont, BASF, Bayer, Dow Chemical Company ve Syngenta’nın ülkemizdeki giderek yoğunlaşan faaliyetlerinin yasaklanması için tüm sivil toplum kuruluşlarını ve anne-babaları hükümete baskı yapmaya ve bu firmaların ürünlerini boykota davet ediyoruz.

Haberin kaynağına buradan ulaşabilir, GDO hakkında ayrıntılı okuma yapmak için de Ayşe Bereket’in yazılarını takip edebilirsiniz.