Canım yeni anne; yap lohusa topuzunu, al çayını ve dinle lütfen beni.

O duyma ve düşünme diye gürültü yapan televizyonun 5 dakika kapansın; gel, seni kendinle tanıştıracağım.

Sen ki gece yarısı birden hissedip, bebeğin ağlamadan 30 saniye önce uyanansın.

Sen ki bebeğinin üstünü açtığını hisseden, ağlamasının tonundan yarım saat sonra ateşinin çıkacağını bilen, bakışından derdini anlayansın.

Hiç konuşamayan bir varlığın ne zaman susayıp ne zaman acıktığı; ne zaman sevinip ne zaman sıkıldığı, sadece bakışından ne isteyip ne istemediği tam isabet hissedilebilir mi?

Sen ki tüm bunları, dünyanın en doğal şeyiymiş gibi farkında olmadan rutine bağlayansın…

.

Dikkat etmediğin bu iç sesle, içinde yaşadığın ve içinde yaşayan evrenle; sistematik olarak her koldan susturulmak istenen, bize milyonlarca yıl önce öğretilen bu kadim bilgiyle tekrar bağ kurma zamanı.

Ne çok isterdim bunları senin gibi, bebeğim minicikken duymayı; tüm hissiyatımın aslında derin bir anlamı olduğunu, bana bir şeyler anlatmak istediğini, yol gösterdiğini, yalnız olmadığımı…

Ama senin gibiydim ben de.

Bir ilaç verdiklerinde mesela, “bu ona zarar veriyor” diyen iç sesimi görmezden geldim; “başka bir yol mümkün” dediğinde es geçtim, rutin kontrol günlerinde derinlerde bir yerde hep içim sızladı, anlam veremedim; o iğnelerin her biri sanki ruhuma saplandı; şimdi dönüp baktığımda başıma gelecekleri daha en başında hissetmişim ama ağzımdan çıkan “bilemiyorum…”lardan öte gidememiş tepkim.

Ve biliyormuşum…

Hep bilmişim.

.

Her şey geçtiğinde ve hasarı tespit edip tamire başlaman on yıllar almasın diye uzatıyorum elimi sana…

Bir hastane koridorunda çömelip benim gibi, “Biliyordum!” deme diye anlatıyorum…

İlaç satmıyorum, sponsor firmalarım yok, aşıdan vazgeçirdiğim insan başına prim vermiyorlar ve dahi ismim bile yok; sadece geçtiğin yolu biliyorum ve o yoldan geçme istiyorum…

Başka yol yok diyorlar inanma; iyi olsaydı niyetleri, arayışına saygı gösterir ve en azından tek kişilik yeni bir yol inşa ederlerdi…

.

Korkuyorum diyorsun, görüyorum.

Bilmiyorum diyorsun…

Bilmediğinden değil korkun, sen biliyorsun, korkunun sebebi bildiklerinin gerçek olma ihtimali…

Doğruysa içindeki kadının söyledikleri; kendi canına kendin zarar vermiş olman gerçeğiyle yüzleşmek korkutuyor seni, çoğunluktan ayrılmak ve bir ayrık otu gibi göze batma hali.

Ah o kadar tanıdıksın ki, kendimden biliyorum seni; bakma öyle kırılgan gözüktüğüne, içindeki kadın dünyayı değiştirebilecek kadar heybetli…

.

O iç sese karşı hep bir “ama”n var, elinde o fısıldayan kadim kadından başka bir şey yok; karşında ise seni en sevdiğinle korkutup galip gelmek isteyen binlerce ses…

Resimlerle, istatistiklerle, “ÖLÜM ÖLÜM ÖLÜM ÖLÜM” bağırışlarıyla, yalan haberleriyle, felaket senaryolarıyla, tüm o sevimli maskeleriyle üzerine yürüyorlar içindeki kadının.

Sussun istiyorlar, o sadece sussun; sen de yaptığının yanlış olduğunu hisseden ve tam da bu yüzden şiddetle savunan bir yapay zekaya dönüş istiyorlar…

Oysa düşün hiç yanıltmadı seni; dünyaya bir gün önce gelmiş bebeğini ne zaman kucağına alman gerektiğini bile sana o öğretti, ne zaman acıktığını, artık uykusunun geldiğini…

Bunu okuduysan ve merak ediyorsan “nasıl da tam seni anlatabildiğimi”, dedim ya kendimden tanıyorum seni, burası Ayrık Otları Cumhuriyeti. 😊

Buradasın biliyorum, çünkü içten içe duyuyorsun o kadını; ona sarıl canım anne, lütfen susturma o sesi…

– Inked Prose –