Kurulmaya başlanmış yeni dünya düzeninin maşası olarak önplana çıkan yeni paramiliter kol, ‘Tıp Talibanları’nın silahlandırılmış ideolojisi, “Mikrop Teorisi’nin temeli sahilde yaptığımız kumdan kaleninkinden bile çürük.

Kitap bilgisi ezberlemek ve sistem içinde kendi yerini sağlamlaştırmaya çalışmak yerine gerçek ve samimi bir araştırmaya girişip, sürüklendiğimiz akıbetten bizi kurtarmak için doğruları, kendini yakacağını bile bile söylemekten çekinmeyen gerçek bilimadamları, gerçek hayırsever insanlar, gerçek hekimler var mı dünyada? Elbette.

Yeni Biyoloji akımının öncüleri yıllardır ortaya koydukları çalışmalarla arkeik, ‘Mikrop hastalık yapar, kişiden kişiye de bulaşır’, yanılsamasının (üzerine kurulan trilyonlarca dolarlık endüstrilere rağmen) ipliğini pazara çıkarmaya çalışırken, acilen devreye giren ve halen varlığı ispatsız hayali “virüs” üzerinden yaratılan kaos ortamından yeni bir düzen ortaya çıkarılmak üzere.

Korkunun antidotu bilgidir.

Bilginin yansız, ajandasız, doğru olanına ulaşmanın formülü ise ‘anaakım her şeye mutlak şüphe ile yaklaşmak.

Daha önce video prezantasyonunu altyazılı olarak sizlerle paylaştığımız Dr. Andrew Kaufman‘ın ‘The Last American Vagabond’ podcast yayınındaki söyleşisinin tercümesine geçmeden önce, size yeniden kendisini kısaca tanıtalım:

Massachusetts Institute of Technology (M.I.T.) – Massachusettes Teknik Üniversitesi, Moleküler Biyoloji mezunu; South Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra da Duke Ünivesitesi’nden Psikiyatri uzmanlığını alıyor. Tıp fakültelerinde hocalık ve danışmanlık geçmişi var, Amerikan mahkemelerinde psikiyatri alanında bilirkişilik yapıyor, icat etmiş olduğu patentli tıbbi cihazı var (FDA’in test/tahlil ruhsatlandırma süreçlerine tamamıyla hakim), onkoloji alanında tecrübesi olduğu gibi kendisi bizzat matematik modelleme de yapmış biri olarak bu tekniğin açıklarını, zayıf yönlerini gayet iyi biliyor.

Anaakım tıbbın ve özellikle de psikiyatrinin insan sağlığına olumsuz etkilerini erken fark edip beslenme odaklı doğal iyileşme sanatları konusunda kendisini yetiştiriyor. Röportajlarını dinlediğinizde kendisinin bizim ülkemizde görmeye alıiştığımız tarzda “one-trick-pony”lerden olmadığını; dünya tarihine, ekonomiye, tıbbın gerçek tarihine, sosyoloji ve elbette psikolojiye, siyasi ajandalara ve küresel politikalara derinlemesine hakim olduğunu hemen fark ediyorsunuz.

Şimdi sizleri kendisinin yaklaşık 2 hafta önceki röportajıyla başbaşa bırakalım:

The Last Amerıcan Vagabond Söyleşisi

Ortada COVID-19 diye bir hastalık var mı?

Hayır, ortada ne virüs ne de bunun yarattığı yeni bir hastalık kesinlikle yok.

Açıklama:

Virüsün varlığını göstermek için spesifik bir yolla deney kurmak durumundasınız.

Örneğin bakteri ve yosun (alg) gibi basit organizmalarda daha önce çeşitli kereler bulunmuştur ismine “virüs” dedikleri yapılar. İşin ilginç yanı, bunlar içinde bulundukları organizmalara herhangi bir zarar da vermiyorlar. Bilakis, [bakteri ve yosunların] içinde bulundukları zorlu yaşam koşulları ve diyelim stres faktörleriyle başa çıkıp hayatta kalmalarına yardım ettikleri düşünülmekte.

Fakat yapılmış bu deneylerde “virüs”ün
kaynağı belli bakın; bakteri hücreleri ve (bakteri-içindeki-virüs diye tabir edilen) bakteriyofaj partiküllerinin karışımını alıp filtreliyorsunuz virüsü ayırmak için. Bu filtreleme işlemi virüs partiküllerinin saflaştırılmasında çok önemli bir aşama, zira hücreden [bakteri hücresi yahut insan hücresi] çok daha küçük yapıdadır “virüs”. “Virüs”lerin 100 nanometre boyunda olduğu söyleniyor, ki 1 nanometre, metrenin milyarda biri kadardır. Yani virüsler mini minnacık, [içinde bulundukları] hücre yapıları ise çok çok daha büyük.

O yüzden, yalnızca çok küçük partiküllerin geçebileceği minicik gözeneklere sahip bir filtreden geçirip “virüs”ü diğer hücrelerden ayırıyorsunuz, sonrasında da saflaştırılmış haldeki bu “virüs”ü alıp özelliklerini (kimyasal bileşimi yahut yapısı) tanımlıyorsunuz, ondan sonra da sahip olduğu genetik materyal neyse içinden alıp bunun özelliklerini tanımlıyorsunuz. COVID-19 hastalığı ile ilişkili olduğu söylenen SARS-COV-2 virüsünü izole ettiği iddiasındakilerin yaptıkları deneylerde bu prosedüre kesinlikle riayet edilmemiş olduğunu görüyoruz. Öyle ki, bütün deney boyunca tek bir virüs partikülü bile ayrıştırmış (saflaştırma) değiller! Halbuki bilimin en temel ilkelerindendir, bir değişkeni ölçümlemek istiyorsanız onu diğer değişkenlerden ayırmak zorundasınızdır. O yüzden de oturur, çalışmak istediğiniz o tek değişken neyse onu diğerlerinden ayıracak deney düzeneğini kurarsınız.

Bu araştırmacıların riayet etmediği bir başka ilke de kontrol kullanmamış olmaları! Negatif örneklem gibi düşünün bunu; ölçümlediğiniz şeyi içinde barındırmadığından emin olduğunuz bir kontrol mutlaka olur deneyde.

Deneylerinden bir virüs çıkarmak için bunların yaptığı ise şu; hastanın ciğerlerinden sıvı alıyorlar, ki bu sıvı da birsürü bir şeyin karışımı aslında–sputum (balgam) var orada, farklı farklı hücre tipleri var, bakteri hücrelerine ait genetik materyal de var insan ciğeri hücreleri ve bunlara ait genetik materyal de, oradaki bağışıklık sistemi hücreleri var… Sonra bu sıvıyı gidip çoğu kez yabancı bir hücre kültürüyle karıştırıyorlar. Yabancı hücre olarak genellikle maymun böbreği hücreleri seçiliyor ve daha sonra bu karışımı inkübe edip kültürde büyütmeye başlıyorlar. Buna bir de antibiyotikler ekleniyor ve aradan geçen bir hafta veya biraz daha uzun bir zaman sonra bunu alıp mikroskopla inceliyorlar ve o zaman da orada minik partiküller görüyorlar tabii. 

Fakat burada önemli nokta şu; görülen bu partiküllerin kaynağının (nereden geldiğinin, neye ait olduğunun) bilinmesine imkan yok, fakat kesin olarak bilinen bir şey var, o da kültürdeki hücrelere antibiyotik eklendiği takdirde [hücrelerin] dışarı eksozom verecekleri.   

Eksozomların ne olduğunu sonra ayrıntılı açıklarım, fakat burada temel mesele, “virüs”e atfedilen görüntüyle birebir aynı olması bu eksozomların. Yani görünümleri aynı. Öyleyse, mikroskopla baktıklarında orada gördükleri şeyin orada mutlak surette bulunacağı bilinen eksozomlar değil de “virüs” olduğunu nereden biliyorlar? Basit bir kontrol deneyi yapmış olsalar, antibiyotik eklenmiş aynı hücreleri alıp bu defa ciğerden alınmış sıvıyla karıştırmadan kültürlemiş olsalar kontrol deneyini kurmuş olacaklar ve bu kültürde ortaya çıkmış partiküllerin [eksozomların] fotoğrafını diğer kültürdeki “virüs” dedikleri partiküllerle karşılaştırıp farklı olduğunu göstermiş olsalar amenna! Oysa tek bir deneyde bile bu fark gösterilmiş değil ve bence bu kontrol deneyini yapmamalarının nedeni de iki kültürde de tıpatıp aynı partikülleri göreceklerini bilmeleri, virüs filan bulamadıklarını söylemek zorunda kalmak istememeleri. Virüs bulamadıklarını söylemek istemezler çünkü bilim camiasında ünlenmenin, araştırmaların için bol hibe alabilmenin yolu, “virüs buldum” [izolasyon] diyen bir yayın yapmaktan geçiyor.


SARS-COV2 virüs değildir mi diyorsunuz yoksa virüs diye bir şey mi yok diyorsunuz?

Bu virüsün varlığına dair kanıt ile teşhis adına yapılan test konusunu birbirinden ayrı tutmak lazım. Çünkü Jon Rappaport orada testle alakalı konuşuyor ve virüsü buldukları varsayımından hareketle yapıyor o yorumu. Virüs vardır, ölçer miktarına bakarlar, buradan da aktif hastalık var mı yok mu bunu anlarlar normalde; Rappaport bunu sorguluyor, bunu anlamak mümkün mü bu testlerle diye… Fakat, ortada varlığı kanıtlanmış bir virüs yoksa, bunu sorgulamanın fazla bir önemi de kalmıyor haliyle!

Dönüp, geçmiş korona virüsler üzerine yapılmış pek çok yayını inceledim. Başka virüsler için izolasyon yapıldığı iddiasıyla kaleme alınmış diğer pek çok yayını da inceledim. Ve burada şunun bahsi önemli bakın; Koch Postülaları’nı oluşturup kuralı koyanlar, tüm bu yayınları da yapan aynı Mikrop Teoricisi bilimadamları, kuralları koyan onlar yani!

Koch Postülaları dediğimiz kurallar, bu adına “virüs” dedikleri şey mikroskopla görülmeden önce konmuş kurallardır, zira elektron mikrospkobunun icadı 1920’lerin sonuna denk gelir ve bu “virüs” adını verdikleri partikülleri [bu cihazla] ilk gördükleri tarih de 1930’ların başıdır. Fakat baktıklarında görüyorlar ki, buldukları hiçbir “virüs” Koch Postülaları’nı karşılamıyor!

Dönemin önde gelen virologlarından Thomas Rivers bu defa 1937’de bir yayın yapıp diyor ki, olmuyor, “virüs”ler için bir türlü karşılatamıyoruz Koch Postülaları’nı, kestirme bir yol bulmak lazım. Kuralları gevşetiyor ve bu yeni ortaya koyduğu kurallar da Rivers Kriterleri olarak anılmaya başlıyor.

2003’te zannederim 800 kişinin ölümüne yol açan SARS salgınının müsebbibi denilen ve şu anki “virüs”le ilişkili olduğu düşünülen– bir nevi atası olarak kabul edilen– SARS-COV-1 virüsü ile ilgili yapılmış bir yayın, o Sars virüsünün Koch Postülaları’nı karşıladığı iddiasında bulunuyor mesela. İlginçtir, yayının başlığında ‘Koch Postülaları’ terimi geçiyor, fakat makalede ‘Rivers Kriterleri’ni kullandıkları yazıyor, kaldı ki bu ikisi aynı şey değil! Rivers Kriterleri’ni bir de yanlış yorumlamış olduklarını görüyoruz; 6 kısımdan oluşur dedikleri kriterlerde o kadar madde yoktur dahi. 

Sonra başka yayınlara atıfla virüsün Rivers Kriterleri’ni karşıladığını ispatladıklarını, kendilerinin de 4, 5 ve 6. madde için bizzat deney yürüterek karşıladığını kanıtladıklarını iddia ediyorlar. Fakat diğer yayınları ve kendi yaptıkları deneyleri açıp okuduğumda gördüm ki, bahsettikleri 6 kriterden kesin manada kanıtlanabilmiş tek kriter dahi yok. Ve bunlardan en önemlisi de, gördüğüm her kriter setinde mutlaka geçen, VİRÜSÜN HASTADAN ALINIP İZOLE EDİLMESİ GEREKTİĞİ kuralı. 

VE BAKTIĞIM HİÇBİR VİRÜSTE BUNUN [virüs izolasyonunun] YAPILDIĞINI GÖRMEDİM. 

Bu konuyu inceleyen başka araştırmacılarla, onlarcasıyla hem de, temas halindeyim. Aralarında virologlar ve farklı branşlardan tıp doktorları da var ve onlar da bugüne kadar [ismi konulmuş] virüsler arasından teki için bile bu kuralın yerine getirilmemiş olduğunu, mevcudiyeti ispatlanmış tek bir virüs dahi olmadığını söylüyor! 

Hatta Alman yüce mahkemesinin bu konuda kararı da bulunmakta. Alman virolog Stefan Lanka, kızamık virüsünün mevcudiyetini ispatlayana 100 bin dolar vereceğim diyor. Birkaç kişi çıkıyor işte kanıt diyen, fakat bunların hiçbiri Lanka’nın ödül için karşılanmasını beklediğini söylediği kriterleri–ki karşılanması imkansız kriterler de değil bunlar, gayet makul kurallar Lanka’nın beklediği– karşılamıyor. Fakat bir kişi çıkıp Lanka’yı mahkemeye veriyor, çünkü ortaya koyduğu kanıtların istenen kriterleri karşıladığını ama Lanka’nın bunu haksız şekilde kabule yanaşmadığını düşünüyor. Alman Yüce Mahkemesi’ne kadar ilerleyen dava sürecinde mahkeme, Robert Koch Ensititüsü’nden bilirkişilerin fikrine danışmak durumunda kalıyor. Hayli ironik tabii bu durum çünkü Almanların CDC’si diyebileceğimiz bu enstitü ismini, bizzat bu davaya konu olan kriterleri yazan kişiden, yani Robert Koch’tan alıyor. Koch Enstitüsü’nden getiritilen uzmanlar mahkemede, varlığının ispatı için gerekli kriterleri karşılamadığı için ortada kızamık diye bir virüsün olduğunun söylenemeyeceği yönünde bilirkişi ifadesi vermek zorunda kalıyor! Alman Yüce Mahkemesi’nden, kızamık virüsü yoktur kararı çıkıyor.

Kendi koydukları kurallara [Koch Postülaları] göre virüs mevcudiyeti gösteremediler, onun için kuralları değiştirdiler, ona rağmen hiçbirinin varlığını kanıtlayamadılar yani. Ama sorsanız hepsi izole edildi diyorlar?! Bu virüsler herhangi bir noktada izole edilmiş mi, yoksa bunlar izole ettik diyebilmek için kuralları mı eğip bükmüşler?

Hakikaten inanılır gibi değil yapılan şey, çünkü yayınların başlığına bakıyorsunuz, “izolasyon” yazıyor?! Lakin izole etmek demek, bir şeyi başka şeylerden ayırmak, ayrı tutmak demek. Bunu hiçbir aşamada yapmış değiller. Buna rağmen izole edildi nasıl derler, tıbbi dergiler bunları nasıl oluyor da yayımlıyor, inanın bilmiyorum. Ama izolasyonun yakınından bile geçmiş değiller, hayır.

O zaman tartışmaya yanlış bir önerme üzerinden başlıyorsak, bunun üzerine söylenecek her şey de yanlış oluyor demektir. Müthiş önemli bir nokta burası. Ya bilim camiası tümden ahlakı yitirmiş durumda ya da onlar da kandırıldı demektir. Ne dersiniz? Koca bir manüpülasyon var ortada ve bir de sizin çokça bahsini ettiğiniz EKSOZOMLAR konusu var. Eksozom nedir, bugün yaşanılanlarla ne gibi bir ilgisi var lütfen açıklar mısınız?

Eksozom dediğimiz şey minik bir vezikül [içi sıvı dolu kesecik] aslında. Hücrelerimizden çıkıp dış ortama salınan mini minnacık su balonları gibi düşünün. Aslına bakarsanız vücudumuzdaki her hücre eksozom yapıyor, her memeli hayvanın herbir hücresi yapıyor, olasılıkla bitkiler de yapıyor bunu. Bazal hızda sürekli salgılanıyor vücutta eksozomlar. Mesela şu an sakin sakin oturuyoruz, vücut yine de bir miktar salgılıyor eksozomu. Fakat aksi bir durum olduğunda üretim artışa geçiyor ve çok daha fazla salgılanmaya başlıyor, ki buna da eksozom indüksiyonu deniyor.

Eksozom indüksiyonunu birçok şey başlatabiliyor; 

  • akut enfeksiyon
  • Iyonlaştırıcı radyasyon maruziyeti
  • Toksin maruziyeti (antibiyotikler, ağır metaller, böcek ilaçları, yarım ilaçları vb.)
  • Ve hatta PSİKOLOJİK ŞOK durumu dahi eksozom indüksiyonuna neden olabiliyor.

Eksozomların bundan daha 30 yıl önce bulunup virüsten ayrı bir unsur olarak tanımının yapıldığını da hatırlatmak isterim. Ve bu süreçte oluşan literatüre göre de, ana işlevleri vücutta iletişimi –ama uzun mesafeli iletişimi- sağlamak. Hemen yan yana duran hücreler birbiriyle bir şekilde konuşuyor zaten, ancak vücudun diğer yerleriyle haberleşemiyorlar. Bu eksozomların herbiri zarında, vücudun bir yerlerinde duran [ve haberleşilmek istenen] hedef hücrenin zarındaki kilide uyacak (ve bununla etkileşime girecek) bir anahtar var (bu anahtara reseptör deniyor). Anahtarın uyması istenen kilit immün sistem hücresinde olabilir, kemik iliğinde durabilir veya diyelim böbreklerdedir… Mesajı nereye gönderiyorsa hücre, anahtar orada bir kilide uyacak. 

Eksozom kendi başına hareket edemiyor, ki virüs için söylenen de budur. Vücut sıvılarında ve ve kanda pasif şekilde dolaşıyor. Hedefine ulaştığında anahtar kilitle birleşiyor ve eksozom taşıdığı genetik materyali hedefteki hücreye veriyor ve iletilmek istenen mesaj da o genetik materyalde zaten.

Eksozomların laboratuvar deneyiyle gösterilmiş bir görevi daha var. Hücreden dışarı salgılandıktan sonra eksozom, salgılandığı hücredışı alandaki toksik maddeleri topluyor.
Bunu, dışarı endotoksin veren bir bakteri kültürüne konduklarında yapıyorlar. Bakteriler türlü toksinler üretir biliyoruz ki [buna endotoksin denir], örneğin gıda zehirlenmesini böyle yaşarız, o endotoksin [bakterinin ürettiği toksin/zehir] gider hücrede küçük delikler açar, o zaman da hücre içindekiler dışarı akarak hücrenin ölümüne neden olur. Deneyde, eksozom üretmekte olan hücreler alınıp bakteri kültürüne konuluyor ve eksozomların gidip endotoksinleri topladığına şahit olunuyor ve tabii hücreler de hayatta kalıyor. Eksozom üretmeyen hücreler aynı bakteri kültürüne konulduğunda ise hücreler ölüyor. Tabii bu laboratuvar deneyinde, deney kabında gösterilmiş bir durum, fakat eksozomların vücutta hücrelere zarar gelmemesi için toksin toparladığına dair kuvvetli bir ihtimal olduğunu göstermekte.

Bu eksozomlar üzerinde yapılan araştırmalarda görülüyor ki–ki virolojinin alanına da giriyor, zira öyle benziyorlar ki birbirlerine, mikroskop altında virüs ile eksozomu birbirinden ayırt edemiyorsunuz dahi–virüse atfedilen genetik materyalin AYNINI taşıyorlar! Yani eksozomlar, insan DNA’sı/RNA’sı ve “viral DNA/RNA”  (virüs DNA’sı/RNA’sı) dedikleri şeyin birleşimine sahip! 

Muazzam bir örtüşme var burada! Kendi hücrelerimizin yaptığı bir şey bu eksozom ve genetik materyali bizim hücre çekirdeğimiz yahut mitokondrimizden geliyor. Virüs genetik materyalidir dedikleri şeyin aynısı kendi hücre çekirdeğimizde veya mitokondrimizde var yani! [Bu genetik materyalin] başka türlü eksozomdan çıkmasının imkanı yok! O zaman mantıken, virüs ve eksozomların aynı şey olabileceği, taşıdıkları genetik materyalin de vücudun farklı bölümlerini dış koşullarda meydana gelen değişimle ilgili uyarmak için [kendi hücrelerimizce] düzenlenip hazırlandığı ve hatta belki bu hücrelerarası genetik materyal değişiminin [mesaj iletilerinin] kişiden kişiye aktarılabildiği bile düşünebilir!


Geçmişte virüs kaynaklı olduğu zannedilen hastalık kümelenmeleri yahut pandemiler de acaba eksozomların işi olabilir mi o halde?

Yalnız şunu unutmayalım, eksozom herhangi bir hastalığın nedeni değil, hastalığa verilen yanıt aslında. Bağışıklık sistemimizle işbirliği halindeki bir şey yahut bağışıklık sisteminin ortağı gibi düşünebiliriz eksozomu. Hatta bağışıklık sistemi hücrelerine bilgi taşımak suretiyle doğrudan etkileşimde bulunan eksozomlar dahi tespit edilmiş durumda. Hastalığa, çokça da toksik madde kaynaklı hastalıklara karşı savunma sistemimizin bir parçası yani eksozom.

Ancak başlangıçta, mikroskopla bu partikülleri ilk gördükleri zaman zaten bir “virüs” arayışındaydılar. Çünkü Mikrop Teorisi’nin temeli, hastalığın suçunu hasta düşmüş dokuda aranıp bulunan bakteriye yüklemeye dayanır. Örneğin, boğazı ağrıyanın boğazında yahut zatürre geçirenin ciğerinde bakteri buluyor ve işte hastalığa yol açan şey bu, bulduk diyorlardı. 

Fakat sonra ortada bakteri filan olmayan bazı hastalıklar (mesela Polio) olduğunu fark ediyorlar. O zaman da diyorlar ki, kesin bu hastalığa yol açan, bizim gözle göremediğimiz bir tip enfeksiyöz ajan, invazif bir mikrop var, fakat elimizdeki teknoloji bunu görüntülemeye yetmiyor. Elektron mikroskobunun icadı ise herkesin ağzını sulandıran bir gelişme, bir şeyler görür müyüz, aradığımızı bulur muyuz diye herkes heyecan içinde. Ve bu mikroskopla partikülleri gördükleri anda da, hah tamam işte, hastalığa yol açan “virüs” budur, diyorlar! Gerçek bir bilimadamının yapacağı gibi gördükleri bu şey için “Hmm, acaba bu ne olabilir, bir araştıralım bakalım”, demiyorlar bakın.

O dönemin literatürüne bakılacak olursa şayet, “virüs partikülü” ile (epey genel manada kullanılan bir terim olarak) “hücredışı atıklar” [extracellular debris] arasındaki ayrımın tanımlanmasında epey zorlanıldığı görülür. Şöyle ki, vücut hücreleri toksin maruziyetinde hasara uğrar ve bundan dolayı da bazen dışarı birtakım atıklar (debris) bırakırlar ya da hücreler uğradıkları nekroz sonucu öldüklerinde birtakım hücre parçaları, fragmanları koparak hücredışı sıvıya saçılır. Bazen programlı hücre ölümü (apoptoz) dediğimiz şey gerçekleşir ki onda da hücre minik parçalara ayrıldığında bazen [“virüs”le] aynı görüntü oluşabilir! O yüzden, o dönem mikroskopla gördükleri bu tarz partiküller arasından neyin ne olduğunu seçmek ciddi şekilde zor. Öyle olunca da bence şu yaşanıyor; başından beri görülen şey aslen eksozomlar olmasına rağmen bunu anlamıyor ve bunlara yanlış bir şekilde virüs partikülü diyorlar. Virüs dedikleri bu partiküllerin Koch Postülaları’nı veya Rivers Kriterleri’ni hiçbir zaman karşılamamasının sebebi de bu, zira ortada hastalık yapan böyle bir şey yok, hastalıklar başka şeylerden kaynaklanıyor, bu ise vücudun hastalığa doğal tepkisi sadece! Hasta insanda bu yüzden görüyorsunuz işte bu partikülleri, zira herhangi bir hastalığa karşı verdiğimiz doğal tepki bu.

Hastalıklar sayısız nedenden dolayı oluşabilir o zaman; radyasyon olur bu, çevre kirliliği olur yahut aşırı antibiyotik kullanımı olur… İnsanların bu alternatifleri değerlendirmeye dahi yanaşmaması hakikaten yıldırıcı. Fakat, bunu devletin uzman kadroları, idari yetkililer bilmiyor mu diye sorabilir insanlar. Olan biteni biliyor da mı gerçeği gizliyorlar, yoksa onlar da bu yanlış anlaşılmadan paylarını almış durumdalar?

Dünya Sağlık Örgütü olsun ABD’nin idari sağlık birimleri olsun, bütün bu kurumlar piramit şeklinde hiyerarşik bir yapılanmaya sahiptir. Enlemesine kompartmantalizasyon ise çok yoğundur. Alt seviyede çalışan insanlar çok bir şey bilmez; yukarı çıkan her basamak, planın bütününe dair bir alttaki basamaktakinden biraz daha fazla şey biliyordur. Fakat olan bitene tam vakıf olanlar, sadece ve sadece en tepedekilerdir. Askeriyeyi düşünün; en alttaki er sadece verilen emri uygular, emrin ardındaki hedef (misyon) nedir bilmez. Daha üstte tabur komutanı vardır mesela, emir altındaki alayların misyonunu biliyordur, ancak savaşla ilgili tam plan nedir, o da bilmiyordur. Operasyonun gerçek amacıyla ilgili general bile her şeyi bilmiyor olabilir, konuyu her şeyiyle bilen, onun da emri altında olduğu kişidir mesela. 

Şu an yaşanan da aynı şey. Sağlık/tıp müesseselerinde yaşanan da bu, devletin idari birimlerinde de, ta en tepeye kadar bu böyle. Şu anda itaatle verilen emri uygulayıp sesini hiçbir şeye çıkarmayan insanların çoğunun, bunun TAMAMEN UYDURMA BİR PANDEMİ olduğunu anladığını sanmıyorum. Oysa en yukarıdakiler, amacın ne olduğunu kesinlikle biliyorlar. Ve görünen o ki burada hedeflenen, gitgide daha da sıkı kontrol altına girecek bir yaşam biçimi ile tamamen izne tabi yaşar hale gelecek bir toplum. Bu idareyi oturtmak için de tıbbi, teknokratik bir diktatörlük modelini kullanıyorlar.


Testler neden güvenilmez
?

Testler aşırı derecede yanıltıcı. İki tip test var şu an, ilki rtPCR denilen test, RNA olarak bilinen genetik materyali ölçümlüyor, ikincisi de (şu an piyasada çok tipi bulunan) antikor testi. Sanırım hepimiz duymuşuzdur antikor testini ama içeriğini pek anladığımızı sanmıyorum. Bu iki testle ilgili en önemli nokta şu: İKİSİ DE VİRÜS TESPİTİNE YARAMIYOR. Ve İKİSİ DE ALTIN STANDART olarak belirlenmiş ve VİRÜS VAR MI YOK MU bunu söylemeye yarayan bir testle KARŞILAŞTIRILMIŞ DEĞİL.  

Teşhis için yeni bir test geliştirmişseniz eğer, sizinkinin ne kadar doğru sonuç verdiğini yahut hata payının ne olduğunu görmek için bunu mutlaka başka bir testle kıyaslamak durumundasınız. Tıp eğitimimiz boyunca bu hakikaten üzerine basıla basıla anlatılmış bir şeydir bize ve verdikleri örnek de pulmoner emboliydi mesela. Bunun teşhisinde altın standart [referans standartı] olarak kullanılan test anjiyogramdır; kalbin damarlarına boya verilir, boya kan pıhtısının olduğu yere kadar gider ve oradan öteye geçemez. Bu, Akciğer Ventilasyon Perfüzyon Görüntüleme (VP sintigrafisi) denilen, çok daha az invazif, vücuda boya veya iğne sokmak gerekmeyen bir testle kıyaslanır derslerde. Daha az invazif olmasına rağmen anjiyogram kadar doğru sonuç vermeyen bir testtir bu, o yüzden kullanılır, ama sırf buna bakarak pek hareket edilmez.

COVID-19 için kullanılan testlerin hiçbir referans standardı (ortada altın standart kabul edilmiş bir test) yok?! O yüzden hata oranının ne olduğunu hesaplayabilmenizin bir yolu da yok! Üstelik, dediğim gibi, bu test sizde virüs var mı yok mu, ona da bakmıyor?! PCR testi, vücuttan alınmış saf halde olmayan bir numunede genetik materyal arıyor! Fakat bu genetik materyalin ne olduğunu, neye ait olduğunu bilmiyoruz bile! 

Birçok kişi PCR testiyle arananın eksozom olduğunu söylüyorum zannetmiş ama bunu kesin bir şekilde bilebilmenin yolu da yok. PCR ile bakılan RNA, eksozom kaynaklı olabilir mi? Olabilir elbette. Fakat o gen dizisini aldıkları numuneyi saflaştırmamış oldukları için neye ait olduğunu bilmek imkansız. Yani sonuç olarak, nereden geldiği, ne olduğu bilinmeyen bir gen dizisi için geliştirmiş bir testtir bu.

RNA dizisinin kaynağı eksozom olabilir, vücudumuzda yaşayan bakteriler olabilir, kendi bağışıklık sistemi hücrelerimiz yahut ciğer hücrelerimiz bile olabilir. Birçok yerden gelmiş olabilir o gen dizisi. Ve bu durumda, bu virüse aittir denilen gen dizisinin neye ait olduğunu bilmiyoruz.

TESTLER 

Bu testler FDA’den ruhsat da almamıştır!
Çünkü diagnostik bir teste ruhsat alabilmeniz için üzerinde çalışmalar olması, altın standart kabul edilen bir başka testle kıyaslanmış, hata oranının belirlenmiş olması gerekir. O kadar kolay değil yani diagnostik teste ruhsat almak. FDA her ne kadar fazla sıkı tutmuyorsa da işi, yine de bu veriler olmadan ruhsat almanız imkansız. Bu testler FDA “onayı” ile çıktı piyasaya. Ruhsatla karıştırabilir insanlar bunu ancak bu ikisi tamamen farklı şeyler. Acil durum var deyip birtakım testleri kullanabilmek adına ‘halk sağlığı krizi’ ilan edildiği için bu prosedür uygulanabilmiştir. Fakat FDA’in kullandığı dile bakın orada, bu testler neyi ölçüyor tam bilmiyoruz diyorlar açık açık! 

Test pozitif çıkarsa olacakları düşünün!

Hastanedeyseniz ventilatöre (suni solunum cihazına) bağlayacaklar sizi!
Yok dışarıdaysanız ve test pozitif çıkarsa, ailenizden ayırabilirler sizi yahut evde normalin ötesinde bir süre hapis kalmanızı sağlayabilirler. İsminiz veritabanına da girilecek tabii böyle bir durumda.

Yani, neyi ölçümlediği kesinlikle meçhul, çıkardığı sonuçlar hiçbir şekilde güvenilir olmayan bu testler fazlasıyla ağır sonuçlar doğurabilmekte.


Çıkarmak için adeta yarışılan RNA aşıları ile ilgili yorumunuz nedir
?

Aşılar zaten normal şartlarda da insan sağlığına büyük zararlar vermekte ve şu an vaktimiz olmadığı için çok detayına girmeyeceğim ama şunu ifade etmek isterim ki, aşıların kimseyi herhangi bir hastalıktan korumuş olduğunun da kanıtı yok aslında. Bunun da ardında başka amaçlar yatıyor yani.

Bu kadar çabuk aşı ortaya çıkarılmış olması hayli enteresan, zira genellikle seneler alır aşı geliştirme işi. Bakacak olursanız, inanılmaz sayıda aşı var şu an piyasaya çıkmaya hazırlanan.

Korona için daha önce de aşı geliştirmeye çalıştılar biliyorsunuz, fakat beceremediler. Şimdi ise günler-haftalar içinde aşı çıkıverdi ortaya ve insanlar üzerinde denenmeye başlandı bile. Üstelik bu defa daha öncekilerden oldukça farklı bir teknoloji kullanılıyor. Normalde bir virüs olur; bu ya canlıdır fakat etkisiz hale getirilmiştir (yani enfeksiyon oluşturma kabiliyeti yoktur–böyle bir şey mümkünse tabii…) veya ölü virüs kullanılır yahut virüsten parçacıklar kullanılarak aşı oluşturulur. Vücudumuzun “bağışıklık yanıtı” vermesini sağlayan ve sonunda da bağışıklık oluşturması beklenen kimyasallar genel itibariyle bunlardır. Ardından buna bir de adjuvan denen bağışıklık sistemi iritasyonuna (tahriş) yarayan maddeler konur. Bunlardan başlıcası alüminyum ama başkaları da var. Vücudun adjuvana tepkisi, “Hey,bu da nesi böyle, öyle zehirli bir şey var ki şu an vücutta derhal bir şeyler yapmam lazım”, şeklindedir. Vücut alüminyuma tepki verirken o arada bununla birlikte vücuda tanıtılan kendi halindeki virüs partikülüne de bari bağışıklık geliştirsin diye umarsınız.  

Şu anki bu RNA veya DNA virüslerine karşı geliştirilecek aşılarda ise durum tamamıyla farklı.

Bu aşıda organizma [virüs/bakteri vs.] hiç yok, onun yerine bir kısım genetik materyal var.

Güney Kaliforniya’dan bir şirketin [INOVIO] çıkarmaya çalıştığı aşı teknolojisini yakından inceledim. Bunlar bakteri hücrelerinde doğal olarak bulunan ve adına plazmid denilen daire şeklindeki DNA parçalarını kullanıyorlar. 

Bu bakteri plazmidlerine size daha önce bahsettiğim, [SARS-COV-2’ye aittir denilen ancak] orijini/kaynağı bilinmeyen birtakım GENLERİ yerleştirip bunu da insanlara enjekte edecekler, fakat bunu da bildiğimiz tek iğneli enjektörle yapmayacaklar. Plazmid enjeksiyonu için özel, 3 iğneli enjektör kullanmaları gerekiyor. Ortadaki iğne DNA plazmidini (ve yanında kim bilir neyi) enjekte ederken (bilmiyoruz çünkü, aşıların tam içeriği açıklanmadı henüz), diğer 2 iğne ise elektrot; biri pozitif diğeri negatif elektrot bunlar, cildin altında, kas içinde elektrik akımı yaratmakta kullanılıyorlar. Elektrik akımının yarattığı elektropolarizasyonla kas hücrelerimizde minik delikler açılıyor ve bu daire şeklindeki DNA plazmidleri oradan içeri veriliyor. Bu, laboratuvar ortamında farklı organizmalar hakkında bir şeyler öğrenmek için yapılan deneylerde kullanılan bir teknik ve ayrıca bu yolla gen terapisi de yapmaya çalıştılar; diyelim kistik fibroz gibi genetik bir hastalığınız var, hastalığa yol açmayan geni alıp ciğerlerinize yerleştiriyorlar [transfeksiyon] mesela. Ancak başaramadılar bu şekilde tedaviyi. Yine de, bir şekilde bu aşıda her şeyin yolunda gideceğini düşünebiliyorlar?!

Buradaki fikir şu, genetik materyali alıp sizin hücrenize yerleştiriyorlar, ondan sonra bu sözümona “viral protein”leri [virüs proteinleri] bizzat sizin hücreniz üretmeye başlıyor. Ve açığa çıkacak bu viral proteinler antijenik özellikte bakın, yani kendilerine karşı bağışıklık gelişmesi için immün sisteminizi uyarma özelliğine sahipler.

Bunun nasıl işe yarayacağını düşündüklerini anlamış değilim. Bir kere, bu yabancı proteinleri şimdi kendi hücreleriniz yapıyor olacak. Bağışıklık sisteminiz bu yabancıları gördüğü anda, bunları üreten KENDİ HÜCRELERİNİZİ DE YABANCI olarak algılamayacak mı?! Bu teoriyle ilgili problemlerden bir tanesi bu.

İşin bir diğer yönü de, [hücre içine verecekleri] bu DNA’da tam olarak ne olacağını bilmiyoruz bile! Virüse ait dedikleri RNA’nın tam olarak nereden geldiği/neye ait olduğunu bilmediğimizi söylemiştik, o halde bu DNA’ya koydukları genler ne genidir, bilmiyoruz! Ve amaç nedir? Buraya koydukları genler bir tür yeni işlev mi kazandırmış olacak bize yoksa toksik midirler, bilmiyoruz. Fakat aşı teknolojisi filan değil bu, bu yapılan aslen GEN TERAPİSİDİR!

Ve açıkça beyan ettikleri gibi, gezegende bu aşıyı olmamış insan bırakmamayı hedefliyorlar. Hem Bill Gates hem de birsürü başka kişinin söylediği bu!


Aşılarla genetik kodumuzu değiştirebilirler mi? Burada RNA özelinde konuştuğumuza göre, bu işlemle DNA’mız ilaç sanayinin fikri mülkü haline gelir mi? Genetiği değiştirilmiş yiyeceklerin hepsinin patenti olduğuna göre, burada da bu firmaların patentli teknolojileri ile genlerimizde değişiklik yaratmaktan bahsediyoruz, bu bizi ilaç sanayinin malı haline getirir mi?

Bu yönde bir hak iddiasında bulunulabilir tabii. İçinde yaşadığımız dünyada sistemin, özellikle de finansal sistemin işleyişini derinlemesine incelediğinizde bunun zaten yaşanmış olduğunu görürsünüz.


Bir çok seviyede birden kandırılmakta olduklarını insanlık şu noktada anlamazsa sizce önümüzdeki bir sene içinde bizi neler bekler? Ve tersinden bakacak olursak, olan biteni etkin şekilde ifşa edebildiğimiz takdirde [dünyada] nelerin değişmesi gerekir
?

Umarım herkesin bu yanılsamayı [ilüzyon] görmesini sağlayabiliriz. Olabilecek en iyi şey bu olur ve o zaman da oturup toplumsal düzeni yeni baştan şekillendirmek durumundayız. Zira insanlar bu gerçekleri gördüğünde, şu anda dünya yüzündeki tüm devlet yönetimlerinin insanlık aleyhine işbirliği etmekte olduğunu da anlamak durumunda kalacaklar ve bunun manası tam olarak anlaşıldığı anda da, artık bu yönetimler altında yaşamaya devam edemeyeceğimiz idrak edilmiş olacak.   

Lakin herkesin bunun ayırdına varabileceğini zannetmiyorum. Bence ileride insanlık iki ana gruba ayrılacak. Olup biteni kavrayan gruptakiler şu an dayatılmaya çalışılan geleceğe iştirak etmemek için eyleme geçecek olan grup olacak ve dünya yüzünde kendi geleceğini kurmak için de ayrı bir toplum kuracaklar. Merkeziyetçi olmayan bu türden yeraltı toplulukları küçük ölçekte de olsa şu anda da varlar.   

Bir de hakim anlatıya inanmaya devam edip, getirilecek bütün bütün kural ve kaidelere gönüllü olarak uymayı tercih edenler olacak ve bunlar yavaş yavaş tüm hak ve özgürlüklerini yitirecekler.

Bu son olayda bile ne kadar çabuk ve göstere göstere kesip attıklarını gördük özgürlükleri! Korku içinde yaşayanlar, hayali bir virüs kapıp öleceğini zannedenleri işte böyle bir gelecek bekliyor; biraz daha biraz daha derken elde avuçta hiçbir hak ve özgürlüklerinin kalmadığını görecekler. Ve bu insanların yazgısı pek parlak olmayacak gelecekte. Çünkü pekçok ölüm yaşanacak maalesef! Şu anda açlık tehlikesi ile karşı karşıyayız. Gıda kaynakları sonsuza dek dayanacak değil, zira gıda dağıtım sistemlerine koca darbeler vuruldu bu son olaylar zinciriyle ve insanlara ulaştırılamadığından ötürü dünyanın yiyeceği çürümeye terk edilip ziyan edilmiş oldu. Satabileceğini bilmeden çiftçi neden üretsin gıdayı? Buna insanların sürüklendiği maddi bunalımı ekleyin, küçük işyerleri kapandı, insanlar işsiz kaldı, elde avuçta olanlar bitmek üzere, hatta belki çoktan tükendi… Ne olur bilmiyorum, bu insanlar karınlarını nasıl doyurur, yiyeceği, diğer yaşamsal gereklileri nasıl edinirler, kestirmek güç. Tüm bunları bir araya getirdiğiniz zaman elde çaresizlikten kıvranan yığınlar ve çetin mi çetin koşullar var demektir. Bu grubun sonunu iyi görmüyorum maalesef. Evden hiç çıkmayan, gün yüzü görmeyen insanlar var! Ev içindeki kalitesiz/kirli havayı soludukları yetmezmiş gibi güneş de görmüyorlar. Çoğu kişinin yemesi içmesine dikkat edip sağlığına özen gösterdiğini de sanmıyorum bu koşullarda. Muhtemelen kendilerini iyi hissettirecek hamurişleri, makarna vs ile besleniyorlar çokça. Ve tabii tüm gün TV karşısında hareketsizler… Hasta nasıl olunur, tarif arayanların daha uzağa bakmasına gerek yok. Ve tabii bir de aşı meselesi var. Her ne olursa olsun içindeki, insan öldürme potansiyeli her zaman var. Halihazırda kullanımdaki aşılara bakmak yeterli bunun için, dünyanın ölümü yaşanıyor bunlarla ve tabii yaratılan sakatlık ve hastalıklar da cabası.

O yüzden, gerçeği göremeyip olan biteni çözümleyemeyediği için kendini korumaya alamayacaklarımızın sonu iyi gözükmüyor maalesef.