Tarih 25/11/’18, Pazar…

Robert, 3 gün önce kendisine bıraktığım soruyu yanıtlıyor programında. Çevirisini koymuyorum, şahsi bir anı olarak burada videoyu tutuyorum.

“Gümüş hidrosolüyle ilgili kitap çıkarmayacak mıydın?” mealindeki sorumu elinde kitap taslağını sallayarak cevaplıyor ve 2 hafta önce geçirdiği bisiklet kazasında incittiği eli yüzünden yılbaşını bulacağı açıklamasını yapıyor.

Tamam. Kitap geliyor. Okuduktan sonra Türkçeye çevirisi için girişimde bulunuruz elbette.

Ve fakat şimdi bu konuda yapacağımız herhangi bir okumaya ön-hazırlık olarak, terminoloji açıklamaları, minerallerin özellikleri ve yaşamımızdaki yerleri gibi periferal, fakat konunun anlaşılması/söylenenlerin zihnimizde karşılık bulması için elzem bilgileri yavaştan yığmakla başlayalım işe.

TERİMLER SÖZLÜĞÜ

Mineral

Doğal şekilde oluşmuş, kendisine has bir kristalize yapısı ve kimyasal kompozisyonu olan inorganik elementler. Lisede kimya dersinde gördüğünüz periyodik cetveli oluşturan elementlerin ta kendileri bunlar; krom, mağnezyum, demir, çinko ve diğerleri…

Bildiğimiz kadarıyla ve şekliyle evrenin yapıtaşları bunlar; üzerinde yaşadığımız gezegen ve bu gezegendeki her şey–insan cismi dahil- minerallerden oluşuyor. Yeryüzünde her ne mineral varsa, bedenimizde izini bulabiliyorsunuz; tam bir mineral mucizesi, mükemmel bir başyapıtız esasında.

Düzeltme: -Di’li geçmiş zaman kullanmak gerekir bu noktada belki, zira doğayla bağını koparan insanoğlu, hergün temasta olması gereken doğanın yaşam kaynağı minerallerden yoksun olduğu gibi, kendi yarattığı zehir deryasında hergün yeni tür hastalıklar geliştirerek tersine evrimini sürdürüyor, üreme kapasitesini bu yüzden gün be gün yitiriyor.

 

İyonik

‘İyon veya iyonlardan oluşan’ demek. Yaşam için vazgeçilmez (esansiyel) minerallerin çoğu ve iz (eser) minerallerin bilindiği kadarıyla, insan bağırsağından içeri emilebilmesi ve/ya fizyolojik geçerliliği olabilmesi için iyonik formda olması gerekiyor. 

Yediğimiz/içtiğimiz organik veya inorganik formdaki bağlı mineral ve iz mineralleri rahat emilebilsinler diye asidiyle parçalayıp iyonik hale dönüştüren, midemiz. Mineral ve iz mineralleri iyonik hallerinde (atomlarına ayrışmış şekilde), dengeli bir solüsyon içinde, herhangi başka bir molekülle bağ kurmadan, yani serbest halde tutabiliyorsunuz.

Doğal maden suları veya denizler, (inorganik) mineralleri iyonik halde bulabileceğimiz doğal kaynaklar. Bunu ne tamamlıyor? Yenilebilir bitkisel kaynaklar… Bitki, bulunduğu topraktaki inorganik mineralleri iyonik halde alıyor ve organik hale –aminoasitler, yağ asitleri, birtakım metabolitler vs– dönüştürüyor ki insan ve hayvan bu haliyle doğrudan alıp kullanabilsin.

İyon

Atom seviyesinde konuşuyoruz artık… Eksi veya artı yük kazanmış atom veya atom grubu oluyor kendileri. Eksi-artı yük taşımaları ne demek? Ya elektron fazlaları var (eksi yüklüler/anyon), ya da eksik elektrondan dolayı yükleri artı (katyon) demek. Bu yüklü iyonların tüm derdi nötr (yüksüz) hale dönebilmek. O yüzden arayıştalar… Aynı yüklerin birbirini ittiği, karşıt yüklerin birbirini çektiği bu alemde elektron fazlası olan yükünü verip kurtulacak, elektron eksiğini kapamaya çalışan da çevresinde elektron fazlası olan birilerinden kapıp kendini nötrleyecek.

Vücut sıvılarımız çokça iyonik solüsyonlar aslında. Vücudun en yaşamsal prosesleri işte bu iyonların (elektrik yükleri sayesinde) vücut sıvılarında hareket edebilme, hatta hücre membranından (zarından) geçebilme kabiliyetlerine bağlı. Örneğin vücutta asit-baz dengesi ve su dengesi bu iyonların kontrolünde gerçekleşiyor. Sinirlerin elektrik impulslarını iletebilmeleri, kasların kasılabilmesi, kalbin atabilmesi, kanın pıhtılaşması, protein metabolizması, kemik ve diş formasyonu ve tabii ki enzim aktivasyonunda iyonlar hep başrolde. Bunlar olmadan vücudun iş görebilmesi imkansız.

Elektrolit

Sıvı içinde çözündüğünde molekülleri bireysel iyonlarına ayrılıp iletkenlik kazanan (elektrik akımı geçiren) maddelere deniyor.

Solüsyon

Su ve suda çözünebilen bileşiklerden meydana gelen sıvı.

Koloidal Mineral

Su içinde (çökelmeden) asılı kalmış ‘suda çözünmeyen’ mineral ve iz mineraller. Çoğu koloidal mineralin suda bu şekilde çökelmeden asılı kalabilmesinin nedeni çok küçük boyutta ve aynı zamanda statik elektrik yüklü olmaları. Yine pekçoğunun organik olmasının nedeni, hümik şeyller [kil ve karbonatlardan oluşan kayaçlar] gibi tarih öncesi çağlardan kalma maden yataklarından geliyor olmaları ve bir kısmının da halihazırda karbonla bağ kurmuş halde olmaları.

Şelat

Karbon bazlı veya “organik” maddeye çoğu kez sentetik şekilde bağlanması sağlanmış mineral veya iz mineral. Şelatlar, yüksek konsantrasyondaki belirli bazı elementlerin, organik olmayan maddelerle bağ kurmuş başka minerallere oranla çok daha kolay yıkımlanıp iyonik hale geçmelerine ve böylelikle de vücutça özümlenebilmelerine olanak sağlayabiliyor. Ve fakat, şelatlar doğal dengeye sahip değiller.

Bilim insan beslenmesine dair bütün şifreleri henüz çözebilmiş değil, halen öğrenmeye devam ediyoruz bu konuda. Yediğimiz yiyecek nasıl bir prosesten geçiyor da sonunda vücudumuzda kemik, et, saç haline geliyor, tam bilmiyoruz. Fakat en azından şunun farkındayız; besinle aldığımız biyolojik faydası olan elementler öyle kafalarına göre gidip dokulara yerleşemiyor veyahut da plazma membranlarını aşıp gelişigüzel hücre içine geçemiyorlar. Öyle olsa, vücut içi konsantrasyonlarının denetimi imkansız olur ve belki de bu, canlı organizmanın da sonu olurdu.

Bildiğimiz bir başka şey de, kimyasal elementlerin yer kapmak için birbiriyle yarış içinde olduğu ve insan bedeninin de mineralleri doğadan olduğu haliyle alacak mekanizmayla yaratılmamış olduğu. Bu noktada, bizim için bu işi kolaylaştıracak faktörler devreye giriyor işte; komşu mineral ve enzimlerin etkisi sözkonusu mesela, ortamdaki vitamin mevcudiyeti bir diğer faktör, genel manada dokuların kondisyonu yine önemli, tabii bedeninin nöro-endokrin sisteminin çalışıp çalışmadığı hep belirleyici faktörler… Bu ajan ve parametrelerin herbiri vücudun aldığı minerali kullanmasının önüne de geçebilir, veya tam tersi, mineralin vücutta artışa geçmesine de neden olabilirler.

Örnek: Amino asitler ile fulvik asitlerin beslenme prosesindeki rolü, metal iyonlarını şelatlayıp vücudun kullanımına (özümlemesine) hazır hale getirmelerinde yatıyor, ki ‘biyolojik yararlanım’ konsepti de aslında bunu tarif ediyor.

Metalik

Biyoelektrik bilminin öncüsü, ortodoks bilim ve tıp camiasının insan bedenine mekanistik bakış açısıyla yaklaşımının yanlışlığını, elektrikle yürüttüğü organ rejenerasyon çalışmalarıyla göstermiş bir ortopedik cerrah, Robert O. Becker’ın kült kitabı

  1. Eksi yüklü (anyon) olmayan tüm mineral ve iz mineraller metalik özellik taşıyor. Ama bu onların toksik veya non-toksik (zehirsiz) olup olmadıklarını belirleyen faktör değil. Örneğin magnezyum metalik bir element, fakat aynı zamanda ‘esansiyel besin öğesi’ (nutrient), dışarıdan yeterli miktarda alınmadığı takdirde vücudumuzun hayati fonksiyonları tehlikeye giriyor.
  2. Metalik elementlere altın örneğinde olduğu gibi doğada katı metal parçaları halinde veyahut kullanımdaki bakır bozuk paralar ya da bronz gibi farklı metalik minerallerin alaşımları şeklinde rastlıyoruz. Metalik elementler toprakta çok küçük ebatta parçacıklar olarak da bulunabiliyor, fakat çözünmez özelliklerinden dolayı özümlenmeleri oldukça güç. Katı haldeki maddeler arasında yalnız metaller elektrik iletkenliğine sahip.

Bütün metalik mineraller aynı zamanda iyonik halde de bulunabiliyor ve oluşan iyonik çözeltide (solüsyonda) yine elektrik iletim kabiliyetine sahip oluyorlar. Bu özellikleri insan sağlığı için hayati önemde.

Gümüş Tuzu (Bileşiği)

Mineral tuzları veya organik tuz bileşikleri halinde oluyor gümüş tuzları. Gümüşlü basit mineral tuzları arasında gümüş sülfür, gümüş florür, gümüş klorür, gümüş bromür, gümüş iyodür vb. sayılabilir.

 

 

MİNERALLER

Fiziksel dünyadaki her şeyin yapıtaşını oluşturuyor mineral elementleri.

Bilinen 92 kararlı, doğal element var. Bilimciler milyarlarca yılda ısı ve basınç altında oluştuğunu düşünüyor bu elementlerin.


Gelgelelim herkes aynı görüşte değil. Brian Andersen gibi, bu elementlerin aslında kristalize olup form/şekil kazanmış ışık frekansları olduğunu düşünen bilimciler de yok değil. ‘The Rhythms of Nature’ (Doğanın Ritmik Döngüleri) isimli kitabında elementleri dairesel bir gösterimle veriyor Andersen. Kuantum teorisine göre de, elementler atom altı parçacıklardan oluşuyor. [Bugün 300 kadarının tanımlanmış olduğunu söylüyor kaynaklar.]

 

Öyle ya da böyle, evrende fiziken mevcut her maddenin temelini oluşturdukları kesin.

 

MİNERALLERE GİRİŞ

Dünya üzerinde yaşam bir avuç kimyasal elementle dönüyora benziyor.

Bedenimizin yapıtaşları, mineraller. İnsan fiziksel bedeninin %96’sı 4 elementten oluşuyor; karbon, hidrojen, oksijen ve nitrojen (azot).

Cismimizin geriye kalan %4’ü ise ileride kısa açıklamalarını vereceğimiz kimyasal elementler ve daha fazlasından oluşuyor.

Hepi topu 50 mineral (kimyasal element)… Ve karşınızda cismen insan…

 


Fiziksel yapımız, vücut sıvılarımızın dengesi, protein yapılarımız, hormon üretimimiz hep mineralle sağlanıyor. Ayrıca vücudun bütün enzimleri için katalizör veya inhibitör kapasitesinde ko-faktör görevi görüyor mineraller; yani hiçbir enzim mineralsiz çalışamıyor.

Vücudumuzdaki her organ sistemi ve fonksiyonunun sağlığı, elinde ‘DOĞRU’ minerallerin olup olmamasına bağlı.

Mineralleri sınıflandıralım:
1. Makro-Mineraller → Kalsiyum, magnezyum, sodyum, potasyum, fosfor, kükürt ve klor. Bunlara elektrolit dendiğini de görüyoruz. Vücutta en yüksek oranda sahip olduğumuz mineraller bunlar ve kandaki seviyeleri sıkı kontrol altında; herhangi bir oynamada–özellikle de listedeki ilk 4’ünde–kişinin kritik şekilde rahatsızlanması kaçınılmaz.

Vücut ne yapıp edip kanda dengeyi koruduğundan, vücudumuzun metabolik durumunu ve vücutta bu makro-mineraller bakımından bir dengesizlik veya eksiklik hali olup olmadığını saç dokusu analiziyle çok daha iyi anlayabiliyoruz. Saçtan ölçümü yapılmayan tek element klor burada.

2. Vücutta bulunması zaruri iz (eser) mineraller → Demir, bakır, çinko, manganez, krom, selenyum, bor, silisyum (silika), iyot, vanadyum, lityum, molibden, kobalt, germanyum ve muhtemelen metalik minerallerden birkaç tanesi daha…

3. Zaruri olması muhtemel iz mineraller → Bunlar hakkında bilinenler daha az. Rubidyum, kalay, niobyum, altın, gümüş ve diğerleri…

4. Toksik metaller → Aralarından en iyi çalışılmış olanları alüminyum, antimon, baryum, berilyum, bizmut, brom, kadmiyum, klor, flor, kurşun, cıva, nikel ve uranyum. Ancak toksik metaller elbette bunlarla sınırlı değil; germanyum, (Emar (MR) çekiminde kullanılan) gadolinyum, talyum ve diğerleri de mevcut.

Kaynak taraması yapıldığında yukarıda verilen mineral kategorilerinin bazen küçük kesişim kümeleri oluşturduğunu (veya yer yer birbiriyle örtüştüğünü) görüyoruz. Bunun nedeni de, insan bedeninin tam olarak hangi minerallere ihtiyacı olduğunun bilimsel yöntemle kesin ve net bir şekilde belirlenebilmesinin çok zor olması. Bazı mineraller son derece küçük miktarlarda gerekli olabiliyor ve fakat bunlar için net sonuç verecek test düzeneği kurmak (hayvan modellerinde sadece bu elementten fakir bir diyet verilerek yapılacak gözlemler/ölçümler) hiç kolay değil.

Ve tabii vücut için esansiyel kabul edilen, yaşamsal işlevler için vücutta bulunması zaruri minerallerin ‘bazı formları’nın son derece toksik olabildiğini unutmamak lazım. Örneğin bakır, demir, manganez, heksavalan (+6 değerlikli) krom, selenyum ve diğerlerinin yanlış formunun vücuda tanıtılması toksik etki yaratıyor. Bunun haricinde, vücut için EN gerekli minerali bile kalkar aşırı yüklerseniz vücuda, toksik hale getirmiş olursunuz. Bu kural HER mineral için geçerli.

Makro-Mineralleri Biraz Tanıyalım:

KALSİYUM → strüktürel element, ağırlıklı olarak kemiklerde bulunuyor. Sinir impulsu iletimi ve kas kasılmasında hücre zarı geçirgenliğinin kontrolünden sorumlu. Kanın pıhtılaşmasında önemli rolü var, hormon salgısı ve hücre bölünmesi de kalsiyum denetiminde gerçekleşiyor.

MAGNEZYUM ışıltılı, parlak mineralimiz. Manisa şehrimizin Helenistik dönemdeki ismi olur kendisi. Büyük magnezyum karbonat yataklarına sahip bu kente o zamanlar ‘Magnêsîa’ denirmiş. Şeker metabolizması, enerji üretimi, hücre zarı gerçirgenliği, kas ve sinir iletimi gibi pekçok işlevin idaresinden sorumlu 500’ün üstünde enzim tamamen magnezyum bağımlı çalışıyor.

Gıdalar işlendiğinde magnezyum içeriğini yitiriyor. Vücutta magnezyum seviyesinin azaldığını kramplar, halsizlik, depresyon ve aşırı yorgunluk hali başladığında anlıyoruz. Potasyumla elele çalışan magnezyum, kalsiyumla boynuz tokuşturuyor (“Bilimcesi”: magnezyum bir kalsiyum ‘antagonist’i. Türkçesi: Magnezyum kalsiyumun emilimini ve/veya metabolik fonksiyonunu sekteye uğratıyor.)

SODYUM çözücü (solvent) mineralimiz. Kan basıncını, sıvı dengesini ayarlıyor, karbondioksit transportu, hücre zarı geçirgenliği ve hücre zarıyla ilgili diğer işlevlerde görev alıyor. Eksikse üzerimize bir halsizlik çöküyor, yokluğunda sıvı dengelerimiz bozulacağından tansiyonumuz düşebiliyor mesela.

Uyarı: En iyi sodyum kaynağı normalde tuz. Fakat sofra tuzu diye satılan ürünler minerali kalmamış, akışkanlık kazansın diye üzerine bir de ekstradan alüminyum eklenmiş çöp gıdalar. İşlenmemiş, doğal deniz tuzu veya kaya tuzu edininiz.

POTASYUM  bir diğer çözücü mineral, özel olarak KALP minerali diye geçiyor. Kalp atımı düzeninden, vücutta sıvı dengesinden ve kan basıncı normalizasyonundan sorumlu. Sinir iletimi ve kasların kasılması esnasında kana tampon görevi de görüyor. Eksiksek kramplar bizi bekliyor, halsiz düşüyoruz ve kalp atışımız düzensizleşiyor.

KLOR  temizlik elementimiz. Canlı dokuların istisnasız hepsinde bulunuyor. Vücudun kendini çerden çöpten/atıklardan arındırabilmesi klora bağlı, onsuz olmuyor. Mide, kloru alıp kendine hidroklorik asit yapıyor. Bildiğimiz gibi mide, proteinlerin ana sindirim mekanı. O bakımdan klor, protein sindirimi için önemli bir element. Yokluğunda neler olabileceğine dair açıklama aşağıda…

Klor, halojen elementler grubunda. Bu grupta ayrıca flor, iyot ve brom var biliyoruz ki. Vücutta oldukça hassas bir dengede tutuluyor tüm bu elementler. Ve fakat, bugünün koşullarında insanlar klor, brom ve flor deryasında yüzünce, iyot ister istemez devre dışı kalıyor, vücudumuz bu önemli iz mineralin eksikliğini çekiyor.

Klor, vücutta karbon dioksit dağılımının doğru yapılabilmesi için şart, dokulardaki ozmotik basınçtan da sorumlu elementimiz. Bu gıda elementi olmadan salgı bezlerimiz hormon üretemiyor. Vücudun yağ yapımında aşırıya kaçmasını engelliyor, oto-intoksikasyona gitmesini önlüyor. Kanın asit-baz dengesini düzenlemede rolü var, potasyumla da bileşik kurarak birlikte çalışıyor. Karaciğerin gerektiği gibi çalışmasını sağlayan klor, böylelikle vücudun pisliklerden arınmasına da yardımcı olmuş oluyor. Hormon transportasyonunda da görev alıyor, eklem sağlığı için de gerekli.

Hangi gıdalardan alıyoruz kloru? Berri’ler, peynir, hindstancevizi, yumurta sarısı, yeşillikler, mercimek, süt, maden suyu, zeytin, pirinç, turp, deniz tuzu ve domates…

Peki hayatımızda ve biyolojimizde klor ve klorür kaynakları yönünden hiç sıkıntı yokken insanların mide asidi azlığı, buna bağlı gelişen bakteriyel/paraziter enfeksiyonlar, B12 eksikliği, hazımsızlık şikayetlerinin çokluğunu nasıl okumamız lazım?

İşte bu noktada denkleme, İlaç ve Tıp Sanayiinin birlikte dünyaevine girdiği Kimyasal Tarım ve Hayvancılık sanayiinin insanlığa armağanı RoundUp ve etken maddesi GLİFOSAT ekleniyor.

Bağırsak Sağlığı=Beyin Sağlığı

Bağırsakları zırai ilaçların/aşıların/diğer kimyasal ve kirleticilerin olumsuz etkisine en açık 2 nüfus grubu: Bebek ve küçük çocuklar ile yaşlılar.
Bugünün orta yaş grubunun aile büyükleri Alzheimer’dan, çocukları otizmden mustarip.

 

Biyolog ve bilgisayar mühendisi Stephanie Seneff, Homeopat Kerri Rivera’ya verdiği röportajda bakın bu kabus gibi tablodaki noktaları nasıl birleştiriyor:

 → Sülfat (kükürt atomu +4 oksijen) ve klorür beklenenin aksine otistik popülasyonda zafiyet derecesinde eksik.

Klorürün eksik olmasının nedeni:

Glifosat bir amino-asit ve vücut dokularını oluşturan proteinlerinin yapıtaşı olan amino-asit dizgileri içinde “glisin” isimli ve birçok doku/enzim için esansiyel konumda olan amino-asidin yerini alıyor.

Yiyecek-içeceklerle vücuda aldığımız glifosat bağırsak kasının kasılmasında görevli proteindeki ‘glisin’in yerine geçiyor ve çalışamaz hale gelen bağırsak kası bir nevi paralize oluyor.

Özellikle otizmli çocuklarda görülen kabızlık sorunu dışkının katı olması ve fiziksel olarak tıkanıklık yaratmasından değil; dışkı yumuşak halde fakat ilerleyemiyor, bekliyor bağırsakta ve birikiyor. 1 hafta-10 gün bekleyen dışkıdan kurtulabilmek için vücudun başvurduğu son çare, büyük bir ishal partisiyle içeride birikmiş zehri akıtıp kurtulmak.

[RoundUp içerek intihar girişiminde bulunan bir kadının vaka takdiminde, yüksek oranda glifosatın bağırsağı paralize edici etkisi net bir şekilde tespit edilmiş durumda.]

Bu ishal döngüleriyle çocuklar zaten sindirim sisteminin üst departmanlarındaki (mide-safrakesesi-pankreas) sorunlar yüzünden doğru-dürüst hazmedemedikleri için hücreye alamadıkları değerli mineralleri bu defa kovayla boşaltmış oluyor. Vücutta sodyumklorür (tuz) kaybının sebeplerinden biri bu.

Kolonun peristaltik hareket kabiliyetini yitirmesiyle burada artışa geçen patojenik organizmalar bir müddet sonra ince bağırsağa çıkmaya başlıyor ve bugün sırf otizm popülasyonunda değil, bütün nüfus gruplarında yaygın bir şekilde teşhis edilen SIBO (ince bağırsakta patojenik bakteri artışı) sendromu oluşuyor.

Klorür – Glifosat – Mide Asidi Eksikliği Bağıntısı:

Mide iç çeperindeki paryetal gözeler, klorürü alıp ‘hidroklorik asit’ (mide asidi) yapan hücreler. Bunlar ayrıca B12 vitamini emilimi için gerekli intrinsik faktör denilen proteini de yapıyor.

Ve fakat yiyecek-içeceklerle aldığımız glifosat, bu iki işleve de ket vuruyor. Şöyle ki; bu hücrelerin protein sentezleyebilmek için kamyon yüküyle amino-asit alması lazım. Oysa, kullandıkları amino-asit aktarım kanalından diğer amino-asitlerle birlikte, kendisi de bizzat bir amino-asit olan GLİFOSAT da ulaşıyor kendilerine. Glisin beklerken glifosat almaya başlayan mide paryetal hücreleri işlev kaybına uğruyor, hatta ölmeye başlıyor hücreler. Bu da hidroklorik asit üretiminin midede sekteye uğraması demek.

Burada da kalmıyor iş; hücrenin klorür iyonunu aldığı kanalın boğum noktasında duran ve eksi yüklü klorür iyonunun hücreye geçişini sağlamakla görevli esansiyel glisin amino-asidinin yerini glifosat aldığı noktada klorürün geçişi tamamen bloke oluyor. İşte bu, mide asidi üretiminin ölümcül yara alması anlamına geliyor. Yediğimizi sindirebilmemiz mide asidine bağlı. Mide asidi yoksa, yediğimiz gıdadaki proteinler sindirilemeyecek demektir. Çocukların dışkılarında bütün (veya yarı sindirilmiş) halde bulduğumuz gıda parçaları da, mide asidi üretimindeki arazın göstergesi.

Bunun haricinde, Stephanie Seneff ve meslekdaşı Anthony Samsell’in analiz ettirdiği domuz sindirim enzimlerinin hepsi glifosatla yüksek oranda kontamine çıkıyor. Pankreasımızın ürettiği enzim proteinlerinde de glisinin yerini glifosatın aldığı ve işlevlerini bozduğu anlamına geliyor bu. Ve sindirim enzimlerimizin hepsinde glisinin “esansiyel” amino-asit olduğunu söylüyor Seneff. Tek bir maddeyle, insanda (hayvan ve bitkilerde) esansiyel nice işlev hızla bozuluyor.

Asit ve enzim üretimi bozuk bir sindirim sisteminin doğurduğu kısmi sonuçlar:

→ Gıdasal proteinlerin parçalanamaması, vücudun kullanabileceği amino-asitleri (torin, glutamin, glisin, karnitin, metiyonin vb) insanların bugün gıda desteği olarak dışarıdan (hazır-sindirilmiş proteinler halinde) almak durumunda kalması.
→ Normalde sindirim salgılarıyla kontrol altında tutulması gereken parazit, mantar, küf ve bakteri (H. pylori ve diğerleriSIBO)’nin artışa geçerek disbiyoza gitmesi, kronik enfeksiyon halinin kronik enflamasyona neden olması.
→ Sindirilmemiş gıdalar ve artıştaki patojenlerce geçirgenleştirilmiş bağırsak bariyeri yüzünden oluşan alerjiler ve bir sonraki adımda, otoimmün hastalıklar (otizm dahil).

Ve geliyoruz işin bir diğer can alıcı noktasına…

Vücut ENFEKSİYON temizlemek için KLORDAN kendi kimyasal silahını üretiyor.

Glifosatın sindirim yolunda yarattığı tahribat ve disbiyozu (patojen artışını) kontrol altına almak için makrofajlar (bir akyuvar tipi) devreye giriyor ve patojen imhası için kendi üretimi olan silahını, yani Hipoklorit’i kullanıyor.

→ Klorun suda çözünmesiyle hipokloröz asit (HClO) meydana geliyor.
→ HClO’nun moleküllerine ayrışmasıyla hipoklorit (ClO−) açığa çıkıyor.
→ HClO ve ClO−, ikisi de oksitleyici olarak çalışan moleküller ve klorlu solüsyonların ana dezenfektan ajanları oluyor kendileri.

Hipoklorit (ClO−)’yu evlerde temizlik için kullanılan beyazlatıcılar/ağartıcılar/dezenfektanlar (klorak-çamaşırsuyu), kuaförlerin saç rengi açmada kullandığı bileşikler ve leke çıkarıcıların da aktif maddesi olarak görüyoruz.

Sodyumlu bileşiğine çamaşırsuyu (sodyumhipoklorit-NaClO), kalsiyumlu bileşiğine havuz kloru (kalsiyumhipoklorit-Ca(ClO)) olarak rastlıyoruz günlük hayatta.

Gelelim vücudumuzun HİPOKLORİTİ nasıl ve niçin kullandığına…

Vücut kendi kimyasal silahını nasıl üretiyor?

İmmün sistem savaşçılarından, kanda görevli akyuvar özel timi “nötrofil granülositleri” ile doku komandoları “makrofajlar”, yuttukları (hücre içine aldıkları) patojeni (virüs veya bakteri) imha için kendi bünyelerinde çok çok küçük miktarlarda hipoklorit imalatına girişiyorlar. Mikro düzeyde sindirim prosesi gibi düşünelim bunu; hücre dışarıdan organik maddeyi (virüs-bakteri) alıyor, kendi bünyesindeki kimyasal salgılarla parçalayıp bir güzel hazmediyor.

İşte bu sindirim mekanizmasında immün sistem hücrelerimiz membranlarındaki bir enzimi devreye sokarak REAKTİF OKSİJEN BİLEŞİKLERİ’ [ROS] oluşturuyor, ki bunlardan biri de SÜPEROKSİT (NADPH oksidaz enzimiyle yapılıyor). Süperoksit çok çabuk bir şekilde OKSİJEN ve HİDROJEN PEROKSİT’e dönüşüyor, bu hidrojen peroksiti hücre bir başka kimyasal reaksiyonda kullanıp, KLORÜRÜ ‘HİPOKLORİT’ iyonuna (ClO−) dönüştürüyor.

Vücudumuzun temizlik personeli bu hipokloriti mikrobun ‘ısı şoku proteinleri’ni uyarmada kullanıyor ve böylelikle bakteriler topaklanıp, sonunda da ölüyor. Bazı durumlarda da hipokloritin asiditesi, bakterinin lipid membranını çözerek balon gibi patlamasını sağlıyor.

Bağışıklık sistemimizin bu etkin silahını stabilize etme yönünde çalışma yapanlar, yara tedavisinde kullanılmak üzere hipoklorit öncülü molekülü ilaç piyasasına çıkartmaya hazırlanıyorlar:

Hypochlorous Acid as a Potential Wound Care Agent

Stability of Weakly Acidic Hypochlorous Acid Solution with Microbicidal Activity.

Expert Recommendations for the Use of Hypochlorous Solution: Science and Clinical Application.


‘OKSİDAN TERAPİSİ’ MAHALLESİNİN YENİ YÜZÜ – KLORDİOKSİT

Stephanie Seneff’in, aynı röportajında verdiği bilgilere dönelim şimdi:

“Glifosatın yarattığı tahribatı kontrol altına almak üzere mide-bağırsak yolu dokusuna intikal eden makrofajlar patojen imhası için hipoklorit üretmeye başlıyorlar. Vücudun en sık kullandığı silahlardan bu.

Vücut hücreleri (makrofajlar) KLORDİOKSİT (ClO2) ile kendilerine sağlanan klorürü alıp bundan hipoklorit yapıyor yapmasına, fakat aynı zamanda SÜPEROKSİT’e de ihtiyacı var makrofajların. Bunu da, KLOR-Dİ-OKSİT’in oksijen yanı sağlıyor kendilerine.

2 oksijen ve bir klor molekülü → klordioksit

Hücrelerin mikroplarla mücadelesinde gerekli silahlar son derece güvenli bir formda sağlanmış oluyor yani vücuda.

Fakat sırf bu da değil…

Asıl, vücudun GLİFOSATI parçalayabilmesi için gerekli silahı vermiş oluyor KLORDİOKSİT vücuda.

Mikroplara etkisi ve etki mekanizması biliniyordu zaten, fakat işin bu kısmı yeni…

OZON, KLORDİOKSİT ve oksijenle çeşitli kapasitelerde çalışma kabiliyeti olan KLOR… GLİFOSATI parçalayarak, vücudun işine yarayacak HAM MADDELERE dönüştürüyorlar.

Klordioksit, glifosat molekülünü bütünüyle parçalayıp hücrelerimiz için gerekli besin öğelerine dönüştürüyor. Fevkalade bir durum bu, keza glifosat yıkımlanması çok çok zor olan bir molekül, pekçok canlı türü de enzimatik olarak glifosatı yıkımlayamıyor zaten. Fakat KLOR ve SÜPEROKSİT, non-enzimatik yoldan bunu yapabiliyor, glifosatı parçalayıp atıyor. Klordioksitin bu çocuklarda [otizm spektrumu] bunca iyi netice vermesindeki kilit nokta belki de bu.

Yapılması gereken şey çok basit: Çok çok düşük konsantrasyonda, fakat sürekli mahiyette klordioksiti verip sindirim yolunu glifosattan temizleyeceksiniz. Glifosat temizlenecek ki bağırsak iyileşebilsin… Bağırsak iyileştiğinde zaten diğer bütün parçalar otomatikman yerine oturuyor.”

Klordioksit şelat ajanı gibi mi çalışıyor?

“Hayır, şelatlamak demek, bağlayıp dışkı yoluyla vücuttan atılmasını sağlamak demek. [Hümik ve fülvik asitler sindirim yolundaki glifosatı bağlayarak dışkı yoluyla dışarı atılmasını sağlıyor.] Klordioksit bundan çok daha iyisini yapıyor, en küçük moleküllerine ayrılacak şekilde parçalıyor glifosatı ve hücrelerimize temel gıda maddesi haline getiriyor.”

Evet, klor için açtığımız geniş parantezi sanırız burada kapatabiliriz artık. Klordioksitin mucizesi ilgisini çekenler ise sitemizde yer alan çeşitli yazı ve videoları incelemek isteyebilirler.

KÜKÜRT  Ateşli bir temizlik ve birleştime minerali. Sindirim prosesleri ve karaciğerde gerçekleşen detoksifikasyon işlemleri için elzem. Tüm eklemlerimizde ve bütün bağ dokularda bulunması şart bu mineralin. Buna saç, cilt ve tırnaklar da dahil… Kükürtü hangi gıdalardan alıyoruz diye baktığımızda, ana kaynağının hayvansal proteinler olduğunu görüyoruz. Yumurta, et başta geliyor, ardından ‘en kokulular’ sınıfından sarımsak ve soğanı görüyoruz kükürtten zengin gıdalar olarak. Su teresi, karalahana, brüksel lahanası, yabanturbu (horseradish), beyaz lahana, karnabahar ve kızılcıkta da var.

Vejetaryen beslenenler yumurta yemiyorlarsa kükürtten eksikliğe çok çabuk düşüyorlar. Saç, tırnak, cilt, eklemler, enerji ve tabii vücuttaki zehirleri bertaraf etme (detoksifikasyon) kabiliyeti etkileniyor bu eksiklikten.

Bugünün dünyasında, vücudu tıka basa bakır, ama bakırın yanlış ve vücudun alıp kullanamayacağı formuyla dolu olan insanların bunu vücuttan temizleyebilmek için organik (vücudun kullanabileceği haldeki) kükürde her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Yumurta sarısı kıymetli bir kaynak bunun için.

FOSFOR  En ateşli enerji minerali. Enerji üretimi, DNA sentezi ve protein sentezinde gerekli. Kalsiyum metabolizması, kas kasılması ve hücre zarının yapısında da yeri/görevi var.

BESLENME VE MİNERALLER

Vitamin ve başka şeylerin aksine, mineralleri vücutta kendimiz yapamıyoruz. Hergün yiyecekle almamız lazım bunları. Optimum sağlık için gerekli seviyeleri yakalamamız bugünün koşullarında çok zor, ama organik beslenmeyle en azından bu seviyelere yaklaşma şansımız var.

İz mineralleri almak için “sofra tuzu” değil, deniz tuzu tercih ediyoruz.

Mineral zengini diğer besin türleri arasında organik kök sebzeler öne çıkıyor. Organik tam tahıllar, kuruyemiş ve çekirdekler, balık ve iyi kalite et, yine iyi mineral kaynakları arasında. Meyveler çokça su, lif ve şekerden oluştuğundan, mineral kaynağı değiller bizim için.

Su/deniz yosunları ise kesinlikle mükemmel mineral kaynağı olarak öne çıkıyor.

Pişirmede mineral kaybı oluyor mu?

Aslına bakılacak olursa, pişmiş yemek çiğ yiyeceklere göre çok daha fazla mineral sağlıyor vücuda. Pişme esnasında lifler yıkımlandığından mineraller de serbest kalıyor. Pişirmeyle normalde mineral kaybı olmuyor yiyecekte. Pişmiş yiyecekle feda ettiğimiz vitamin değerlerini kompanse etmek için sofrada basit bir salata vs. gibi çiğ gıda olması kafi.

Kaliteli maden suları, kaynak suları harika mineral kaynağı bizler için.

Yediklerinizden mineral içeriği olarak azami olarak faydalanmak için (mide asidi sorununu kökünden çözümleyinceye dek, geçici olarak) sindirim desteğine başvurabiliyoruz; örn. pankreatin veya safra.

Minerallerin özümlenmesi

Mineraller midede proteinler veya amino-asitlerle karışıp birleşiyor ve bunlar sayesinde–bu yazının başında da değindiğimiz gibi–emilim kapasiteleri artıyor. Fakat bunun için hem midede yeterince asit olması lazım hem de yediklerimizde yeterli protein. Hatırlayınız, bu prosese ‘minerallerin şelatlanması’ diyorduk. Minerallerin şelatlanmış formları emilimlerini de arttırıyor.

Vücudu toksik metalden arındırmak için uygulanan şelasyon terapisinden farklı bir şey bu. Onda, belirli bazı minerallere bağlanıp tutma kapasitesi olan doğal maddeleri veya ilacı vücuda ağızdan veya enjeksiyon şeklinde veriyorsunuz.

TOKSİK METALLER

Vücutta bilinen bir işlevi olmayan bir grup mineral bunlar. İşlevleri olmadığı gibi, bitki, hayvan ve insan bedeni için hayli zararlı oldukları da bilinir bunların.

Alüminyum, antimon, baryum, berilyum, bizmut, brom, kadmiyum, kurşun, cıva, nikel ve uranyum, germanyum, (Emar çekiminde kullanılan) gadolinyum, talyum ve diğerleri…

Toksik metaller yeryüzünde hep vardı. Fakat hiç bugünkü seviyelerde maruz kalmamıştı insanlık bu metallere. Son 300 yılın sanayileşme yarışında fosil yakıtların (petrol, kömür, doğal gaz) gerekli önlemler alınmadan yakılmış olması, atık madde yakımında uygun tekniklerin kullanılmamış olması yerkürede benzeri görülmemiş kirlilik düzeylerine ulaşmış olmamızın sebeplerinden.

Sonuç olarak… Toksik metaller her yerde. Gezegende bundan nasibini almayan kimse (hiçbir canlı) de/da yok. Günümüz hastalıklarının belkemiğini oluşturuyor bunlar, çocuklar metabolik olarak ‘yaşlı’ doğuyor, genetik kusurlar hiç olmadığı kadar yaygın, insan ömrü ortalaması kısalıyor, hayvan türlerinin neredeyse yarısını son 100 yılda tükettik, insan da artık üre-ye-mi-yor.

Allopatik Tıbbın bu duruma yaklaşımı nedir?

Konuya en az aşina olan grup kendileri. “Detoks da nedir, karaciğeriniz var ya?”, deyişleriyle ünlü bu hakim/tekel tıp örgütlenmesinin hastanelerinde “garantiye alınmış” mesire yeri kalabalıkları göz (ve ‘cep’?) doldurmaya devam etmekte. Niye hasta bu insanlar, bilmiyorlar… Nasıl iyileşileceğini bilmedikleri gibi…

Toksik metaller ‘toksikoloji’nin konusu olarak düşünüldüğünden, örgün eğitimin hiçbir kademesinde bu konuda fazla bir şey okutulmadığı gibi, tıp fakültelerinde de üzerinde durulan bir konu değil.

Tam da bu yüzden ne toplum ne de “hastalık uzmanı” allopat doktorlar nezdinde bu konu hakkında gerekli bilincin oluşmamış olduğunu görüyoruz.

Bizden vereceğimiz şu acıklı örnek, ‘mesleki ihmalkarlık’ sınırlarını çoktan aşmış, bariz bir şekilde suç niteliğindeki itiraflar televizyon ekranlarından alenen yapıldığı halde ne meslek örgütlerinden ne sağlık bakanlığından ne hukukçulardan hiçbir itiraz sesinin yükselmemesi ile Türk çocuklarının bugün sağlık bakımından içler acısı durumu arasındaki korelasyonu gayet iyi özetliyor bizce.

Not: Slaytları kaydırınız.

ALÜMİNYUM-Teketek-itiraflar-Updated

 

Neyse ki, “ÇEVRE BİLİMLERİ ve ÇEVRE TIBBI” ekolü toksik metaller ve bunların gezegende yaşayan her canlı ile etkileşimi konusunda ciddi çalışmalar yapmakta artık.

TOKSİK metal kaynakları, yarattıkları sorun ve şikayetler neler, özet olarak bakalım:

a. Konjenital toksik metaller:

Bugün dünyaya gelen istisnasız her bebek annesinden toksik metal yükü mirasını devralıp da doğuyor. Tek atmosfer altında yaşadığımızı unutmayalım. Bugün dünya yüzünde havası, suyu ve gıda kaynakları kirlenmemiş hiçbir yer yok.

Annenin bedenindeki toksik metallerin TÜMÜ plasentadan rahatlıkla geçerek bebeğin dokularına yerleşiyor. Bu, allopatik tıbbın bilmediği bir şey de değil. Gelin görün ki, normal şartlarda bu son derece ciddi sorunla ilgili çıkıp kamuoyunu bilgilendirmelerini, gerekli uyarıları yapmasını beklediğimiz hakim tıp ekolü, toksik metal yüklü aşıların gebelere, bebeklere, yaşlılara ve arayı dolduran HERKESE vurulması yönünde baskı yapar konumda bugün. Diğer yandan, (çoğu otizm spektrumunda yerini almış) bebek ve küçük çocukların saç ve diş analizlerinde tıbbın dayattığı toksik metalleri olduğu gibi görebildiğimiz gibi, bugün artık Otizm teşhisiyle vefat etmiş çocuk ve gençlerin beyin dokularından, Alzheimer teşhisiyle vefat etmiş yaşlıların beyinlerinden ÇOK DAHA fazla, AŞI TİPİ ALÜMİNYUM TUZLARININ çıktığını da biliyoruz.

Not: Slaytları kaydırınız.

OTİZMLİ AİLE-SAÇ RAPORU
DEHBli çocuklar-saç raporları

OTİZM Kaynak

DEB Kaynak


b. Tercih önceliği olan mineraller:

Vücudumuz kendisine sunulan gıda, su ve bazen de başka kaynaklardan mineral bakımından bulabildiği en iyi ne varsa alıyor. Bu minerallerden hayli toksik olanlar bile bir noktaya kadar yaşamı idame ettirebilme özelliğine sahip aslında. Fakat bedenlerimiz enzimlerde ve başka yerlerde kullanmak için, eğer imkanı var da alabilmişse, kesinlikle bizim için ideal olanlarını, yani beden için gıda özelliği taşıyan (‘nutrient’ dediğimiz besleyici özellikteki) mineralleri kullanmayı tercih ediyor.

Mesela, 50’nün üzerinde kritik enzim için vücut normalde çinko kullanmayı tercih ediyor. Fakat olur da vücut çinko yetersizliğine düşerse–ki tarımsal alanların bugünkü fakirliği düşünülürse yediğimizden pek fazla çinko alamadığımız aşikar–veya olur da vücut kadmiyum, kurşun veya cıvadan yeterince nasibini alırsa, o zaman olmayan çinkonun yerine vücut mecburen bu toksik metalleri kullanacak demektir.

Yukarıdaki periyodik cetvele hemen bir göz atacak olursak, bunlardan özellikle kadmiyumun çinkonun hemen altında olduğunu görürüz. Bu ikisinin atomik yapılarının dış kısmı birbirine hayli benziyor demek bu. Tam da bu yüzden, vücutta çinko almak için bekleyen yerlere kadmiyum gidip rahatlıkla yerleşebiliyor işte. RNA transferaz, karboksipeptidaz, alkol dehidrojenaz ve diğer pekçok birinden önemli enzimin kullandığı çinko, benzer yapıdaki kadmiyum tarafından yerinden ediliyor, orijinal parça gelene kadar vücut sistemleri idareten ellerindeki bu kötü taklidi kullanmak durumunda kalıyor. Performans kaybı oluyor, ancak sistem çökmek yerine en azından ağır aksak da olsa yoluna devam edebiliyor. Toksik metallerin vücuda arada sırada sunduğu “katkı” da böyle oluyor.

Beslenme şeklimiz talihsiz, yediklerimizin besin değeri zaten yok, hayati önemdeki minerallerden hemen hepimiz eksik olduğumuzdan sağlığımız topallıyor ve bu koşullarda dünyaya getirilen bebekler annelerindeki dengesizlik yüzünden hem hayati önemdeki minerallerden eksik hem de toksik metallerden fazlasıyla yüklü şekilde doğuyor.

Geçmeyen bitkinlik halimiz ve diğer tüm belirtiler bize, biyolojik sistemimizde yanlış “yedek parçalar”ın ağırlık kazanmış olduğunu söylemeye çalışıyor. Toksik metaller vücutta nerede birikmeye başlamışsa, ona göre isimler alıyor yarattıkları sonuçlar; hipotiroidizm deniyor, diyabet veya kanser…

Bu konu öyle kritik önemde ki; toksik metaller, hayati minerallerin yokluğunda yaşamı idame ettirebilmek için adaptif fonksiyon gösterebiliyor. Watson-Eck-Selye ekolünün talebeleri ise bugün kişiye özel hazırladıkları beslenme protokolleri ve minerallerden oluşan özel seçilmiş besin takviyeleriyle işte bu geçiş üstünlüğünü yitirmiş elzem mineralleri yeniden vücuda kazandırıp, toksik yedek parçalardan vücudun kurtulmasını, sistemin yeniden ‘denge’ye (homeostaz) kavuşmasını sağlıyorlar.

c. Stres ve toksik metaller:

Stres, hayati minerallerin çok daha hızlı kaybına sebep oluyor. Vücut, bu minerallerden eksiye düşünce toksik mineral absorpsiyonunun önündeki engeller kalktığından emilimleri artıyor.

Bu açıdan bakıldığında stresin, vücutta toksik metal fazlalaşmasının ve buna bağlı oluşacak yaşlanma, hastalık, sakatlık ve ölümlerin doğrudan nedeni olduğunu görebiliyoruz.

d. Mineral zıtlaşması (antagonizmi):
Besleyici özelliği olan mineralleri bol yersek şayet, toksik metallerin absorpsiyonunu (aralarındanki zıtlaşma nedeniyle) otomatikman önlemiş oluyoruz. Beslenmede kötü tercihler ise, işlenmiş gıdalarda hayati mineraller toksik minerallerden hep azınlıkta olduğundan vücutta toksik metal birikimini garantilemiş oluyor bizim için ve vücudu olmayacak yedek parçalara mahkum etmiş oluyoruz.

e. Antropomorfik konsept (cansız varlıklara ve/ya tanrılara insan biçimi ve nitelikleri yakıştırma konsepti):

İçimizde taşıdığımız bütün mineraller (buna toksik metaller de dahil), bedenimizi ve hatta kişiliğimizi etkileyen çok spesifik özelliklere sahipler.

Örneğin kadmiyum çok sert, toksik bir metal. Vücuda alındığında damarları ve diğer dokuları sertleştirdiğini, hatta kişinin karakterinin de sertleştiğini görüyoruz.

f. Kurtulmayı beceremeyenler:

Toksik metal problemini çözmenin yolu, çoğu kişinin toksik metalleri vücuttan iyi temizleyemediği sorunsalını anlamaktan geçiyor. Toksik metal zehirlenmesini düzeltmeye çalışan doktorların genellikle atladıkları nokta oluyor bu.

Burada en büyük problem vücutta toksik metal olması değil aslında, vücudun bunu temizleyemiyor oluşu. Saçtan mineral baktırıldığında bu metalleri temizlemede vücudun sorun yaşayıp yaşamadığını gösteren çok spesifik göstergeleri kullanıyor uzmanlar.

g. Hayati minerallerin toksik formları:

Genellikle akılları karıştıran bir konu bu. Besin yoluyla aldığımız ve hayati fonksiyonlar için kullandığımız krom, manganez, demir, bakır, potasyum ve hatta kalsiyum ve başka minerallerin vücut için son derece toksik formları olabiliyor. Yani bizim için besleyici özellikteki minerallerin, vücutta toksik metal gibi davranan başka formları var demek bu.

Pekçok durumda, vücudun bu toksik formdaki (‘oksit’ hali olabilir bu mineralin veya başka bir çeşidi) minerali işine yarayacak bir forma dönüştürmesi mümkün olmuyor. O yüzden minerali atıp kurtulması lazım ki sağlığa yeniden kavuşabilsin.

İşte hem sağlıkçılar hem de danışanlarının aklının karıştığı nokta burası. Mesela yaptırılan bir testte kişi besleyici özelliği olan bir minerali vücuttan atıyormuş gibi gözükebiliyor. Halbuki aslında o kişi, besleyici mineralin vücuda zarar veren toksik formunu atıyor dışarı.

h. Tekamül Mineralleri ve karşılarında Toksik Mineraller:

Toksik metaller ‘tekamül’ü (gelişimi) yavaşlatıyor veya durduruyor. Bedensel iyileşmenin çok özel bir türü bu.

Tekamül için toksik metallerin yerine ‘spiritüel mineraller’ denilen çinko ve selenyum konulması kritik önemde. Bunlara spiritüel mineral denmesinin nedeni üst düzey beyin (zihin) aktivitesi için gerekmeleri.

i. Hepsi nörotoksik özellikte:

Toksik metallerin hepsi insan veya hayvanda sinir sistemini etkiliyor. Bunun hiç unutulmaması gerekiyor.

TOKSİK METALLERİN YARATTIĞI TEHLİKELER

Genel manada:

Bugün insanlık kurşun, cıva, arsenik, alüminyum, bakır, nikel, kalay, antimon, brom, bizmut, vanadyum ve diğerleri ile tarihte hiç olmadığı kadar yüksek seviyelerde haşırneşir olmuş durumda. İlk çağlara göre şu an bu metallerin yaşamımızdaki seviyeleri birkaç bin kat artmış durumda. Toksik metallerin bir kısmı veya hepsini, fazlasıyla yüksek seviyelerde vücudunda taşımayanımız yok. O yüzden, çocuk sahibi olmaya karar veren çiftlerin arınma programına girmeleri bebeklerine verebilecekleri en büyük hediye.

Çevredeki persistan mevcudiyetleri:

Toksik metaller kolay degrade edilemiyor ve çevreden kolay temizlenemiyor. Mineraller konusunda dünyada mutlak otorite kabul edilen, merhum Dr. Henry Schroeder kitaplarında bu metallerin vücutta birikmeye gidişini anlatıyor.

Sağlıklıysak bir kısmını temizleyebiliyoruz vücuttan, fakat bugünün şartlarında bu prosesi kahve lavmanları, sauna terapileri, özel besin takviyeleri gibi yöntemlerle desteklemek gerekiyor.

Ne tür zararlar veriyorlar?

  • Dokulara yerleşip lokal iritasyon yaratabiliyorlar
  • Enfeksiyona sebep olabiliyorlar. Bazı toksik metallerin fungal (mantar), bakteriyel ve virütik enfeksiyon gelişimini desteklediği biliniyor [Cıva – Mantar ilişkisi bunlardan en bilineni]. Toksik metal yükünden kurtulunmadığı müddetçe de tetiklediği enfeksiyonları geçirmek zor, hatta çoğu kez imkansız oluyor.
  • Biyosentez mekanizmasını tahrip ediyorlar.
  • DNA’dan RNA’ya kadar vücuttaki tüm kimyasalların üretiminde mineraller başrolde. Vücut kimyasallarının hammaddesi bunlar, vücuttaki tüm kimyasalların sentezinde görevli enzimlerin çalışması ve çok daha fazlası için gerekliler. Fakat toksik metaller gelip bu biyosentez mekanizmasında blokajlara neden oluyor, asıl minerallerin yerine geçip sistemi zehirliyor.
  • Vücut yapısını zayıflatıyorlar.
  • Kurşun, flor, alüminyum ve diğer toksik metallerin kemiklere sirayet ettiği ve yapılarını zayıflattığı biliniyor.
  • Genel enzim hasarına yol açıyorlar.
  • Besleyici özellik taşıyan minerallerin enzime bağlanacağı yerleri toksik metaller kapıyor. Bunu yaptığı anda binlerce enzimi inhibe de edebiliyor, aşırı da uyarabiliyor veya başka türlü işlevini değiştiriyor bu metaller.
  • Toksik metalin tacizindeki enzim normal aktivite düzeyinin %5’ini ancak gösterebiliyor. Enzimlerin çalışmaması demek, binbir türlü sağlık sorunu kapıda demek.
  • Toksik metaller ayrıca başka doku yapılarında başka maddeleri de yerinden edebiliyor. Arterler, eklemler, kemikler, kaslar hep bu yüzden zayıf düşüyor.

Diğer maharetleri:

  • Toksik metaller bir defa sindirim sistemini altüst ediyor, hazım bozuluyor. Salgı bezlerinin aktivitesi bozuluyor, metabolizma hızı değişiyor, böbrek – karaciğer gibi organlar doğrudan zarar görüyor.
  • Tüm toksik metaller aynı zamanda nörotoksik özellik gösteriyor, yani beyin ve sinir sistemi hasarı oluşturuyorlar.

Esasına bakacak olursak, bilinen çoğu ruh ve sinir hastalığının (akıl hastalığı da diyebiliriz) altında bedeni ve beyni doldurmuş toksik metaller yatıyor. Umarız bir gün bu gerçek, psikoloji ve psikiyatri alanlarınca da tanınır. Halihazırda ‘Ortomoleküler Psikiyatristler’ olarak bilinen küçük bir grup doktor bu gerçeğin bütünüyle farkında olarak çalışmalarını sürdürüyor olsa da, sayıları şu anda hakikaten çok yetersiz.

PEKİ YA GÜMÜŞ?

 

8o yıl öncesi için penisilin neyse, gümüş de bugün için o… Devrim yaratıcı, hayat kurtarıcı, hem hastalık önleyici (penisilinde bu özellik yok) hem tedavi edici (kanser dahil) doğal bir madde. Ama penisilin gibi bir de ağır problemli yüzü olmadığından, reçeteyle almıyorsunuz bunu.

2011 tarihli çalışmada Oregon Üniv.’den araştırmacılar gümüş yemek takımları ve takıların özellikle nemli hava, su ve ışıkla temasta NANOGÜMÜŞ parçacıkları saçmaya başladığını buluyor.

Antik Yunan’da suyu arıtan gümüş Amerika’yı keşfeden Beyaz Adam’ı kıtayı bir yakadan diğerine geçerken dizenteri ve gripten korumuş; insanlar asırlar boyunca süt teknelerine, su varillerine gümüş para atmışlar ki mikrop üremesin; Hindistanda’da bugün hala insanlar Ayurveda’nın yaşamlarına kazandırdığı bir geleneği sürdürüyor, nemli/sıcak iklimde yiyecekleri, şekerlemeleri bozulmasın diye ince gümüş (veya altın) folyaya sarıp, gümüşle birlikte tüketiyorlar bayramlık yiyeceklerini. Tonla gümüş yemelerine rağmen (her sene en aşağı 300 ton gümüş tüketiyor Hintliler) henüz tek bir Hintli Şirin Baba çıkaramamış olmaları gümüşün neden hiçbir idari kurumca “toksik metal” kategorisinde gösterilmiyor oluşuna dair minik bir ipucu olabilir belki. Bayram ve festivallerde sunulan tatlıları aynı miktarlarda alüminyum tabakalarıyla tüketselerdi mesela, bugün sahip oldukları ‘dünyanın en düşük Alzheimer insidansına sahip ülkesi’ ünvanının hayal olacağı, Alüminyum’un Altın Çağı‘nı yaşayan Kuzey Amerika ve Avrupalıların demans ve Alzheimer’da ellerinde tuttukları birincilik için güçlü bir rakip haline gelecekleri kesin.

Sırf Hintliler değil, diğer Güney Asya ülkeleri ile birlikte Avrupa ve ABD’de de gümüş ve altın yenilebilir gıda maddeleri arasında yer alıyor, Hindistan mesela kutlamalarda geleneksel olarak yenilen gümüşün miktarını değil, saflığını denetliyor.  Metalik gümüş (Ag0) biyoaktif olmadığından (yani, iyonik halde olmadığından) sindirim yolundan herhangi bir tepkimeye girmeden geçip gidiyor.

Avrupa’da gümüşü kek-pasta, şeker ve tatlılarda “renklendirici” olarak kullanabiliyorsunuz; gıda katkı maddesi olarak numarası da E 174. Avrupa Gıda Kodeksi gümüşe ‘quantum satis’ izni çıkarmış, yani saf halde olduğu müddetçe miktar sınırlaması yok kullanımında. Hakikaten de kekleri süslemek için üzerine serpiştirildiğini gördüğümüz gümüş rengi minik şeker topları, toz haline getirilmiş gümüşle yapılıyor.

Koloidal gümüş destekleri perspektifinden bu ne manaya geliyor, İsveçli üretici Anders Sultan açıklıyor:

“Avrupa’da pasta ve tatlı süslemek için kullanılan o minicik gümüş toplardan sadece birinde, 10 ppm’lik koloidal gümüşün 30 ml’si var. Süs topçuğu başına 300 mikrogram gümüş demek bu.

İki yaşındaki çocukların tipik bir doğumgünü pastası dilimiyle on veya daha fazla gümüş top yediği oluyor.

Çocuğun 10 ppm’lik koloidal gümüşten 300 ml içmesiyle aynı şey bu.”

Şu ana kadar kimse Avrupa Birliği sağlık ve gıda dairesini vermiş oldukları bu onayla çocuklarda “toksik ağır metal zehirlenmesi”ni teşvik etmiş olmaktan ötürü dava etmediğine göre, ‘gümüş’ destekleri ne zaman mevzubahis edilse “aman, zehirdir!” velvelesini yapanlar neye, hangi ölçüye, karara göre bu savı ortaya atıyorlar, muamma…

Food Additives and Contaminants (Gıda Katkı Maddeleri ve Dışarıdan Karışmış Kirleticiler) isimli derginin yayımladığı bir çalışmaya göre de, Birleşmiş Milletler (BM) ve DSÖ bile saf gümüşün gıda katkı maddesi olarak kullanımını onaylamış durumda ve bu, dünya genelindeki uygulamaya yönelik alınmış bir karar.

Ölçüler, birimler ve gümüş bazlı mineral sularının çeşitleri ile başlayalım işe…

Dönüşüm Tablosu

mili = binde biri =10-3 0,001
mikro = milyonda biri =10-6 0,000001
nano = milyarda biri =10-9 0,000000001
piko = trilyonda biri =10-12

Ağırlık Birimleri

Kilogram 1 kg = 1000 g
Gram 1 g = 0,001 kg
Miligram 1 mg = 0,001 g = 1000 μg
Mikrogram 1 μg = 0,001 mg = 0,000001 g
Nanogram 1 ng = 0,001 μg  = 0,000001 mg

Boyut

Metre 1 m = 1,000 mm
Milimetre 1 mm = 1,000 μm = 1,000,000 nm = 10-3 m
Mikron 1 μm = metrenin milyonda biri = 0.001 mm = 1000 nm = 10-6 m
Nanometre 1 nm = metrenin milyarda biri = 0.001 μm = 0.000001 mm = 10-9 m
Angstrom 1 Å = 1 Ånstrom = 0.1 nm = 10-10 m
Pikometre 1 pm = metrenin trilyonda biri = 0.001 nm  = 10-12 m

Konsantrasyon (Hacme göre)

1 ng/L = 1 ppt ng/L = PPT = %0.0000000001 1 ng/L
1 μg/L = 1 ppb  μ/L = PPB = %0.0000001 1 μg/L
1 mg/L = 1 ppm mg/L = PPM = %0.0001 = 1 μg/mL 1 mg/L
1 mg/mL = 1,000 ppm mg/mL = g/L = %0.1 1 mg/mL
1 g/mL = 1,000,000 ppm = %100 1 g/mL
10 g/L = 10,000 ppm = %1 10 g/L

Neyle Kıyaslayabiliriz?

PPM : 25 kilometrede 2.5 santim veya iki yılda 1 dakika gibi kalıyor
PPB : 32 yıllık bir süre içinde 1 saniye gibi düşünebiliriz
PPT : 30 milyar litrede 30 mililitre kadar kalıyor

Konsantrasyon (Ağırlığa göre)

100 μg/mg = 100 mg/g 0.1
10 mg/g = 10 g/kg 0.01
1 g/kg = 1/1000’i = 1 μg/mg = 1mg/g 0.001
1 mg/kg = 1 ppm = 1μg/g 0.000001
1 μg/kg = 1 ppb 0.000000001
1 ng/kg = 1 ppt

Konsantrayon (Sıvı Ağırlık Ölçüsüyle)

Litre L = 1 kg = litrenin %100’ü
Mililitre mL = 1 gram = litrenin %0.1’i
Mikrolitre μl = 1 mg = litrenin %0.0001’i (litrenin milyonda biri)

 

 

PİYASADAKİ GÜMÜŞ KOLLOİD ÇEŞİTLERİ

GÜMÜŞ FORMU

TANIMI ÖRNEK ÜRÜN TOKSİSİTE  PARÇACIK BOYUTU GÖRÜŞLER
Koloidal Gümüş

(Gıda Desteği)

Gümüş parçacıkları + gümüş iyonları suda dağılı bir şekilde asılı kalıyor (süspansiyon)

Evde yapıldığında ortaya çıkan ürün bu; etkinlik ve güvenlik çokça kullanılan malzemenin kalitesine göre değişiyor, konsantrasyon veya kompozisyon kontrolü bu yolla zor.

Ev Üretimi Koloidal Gümüşte ortaya çıkan tipik konsantrasyon:  1 – 20,000 ppm Kullanılan gümüşün kalitesi ve sudaki safsızlıkların oranına göre konsantrasyonda oynama görülüyor.

Aynı etkiyi yakalamak için koloidal gümüşü diğer ürün tiplerine göre daha büyük dozlarda almak gerekiyor, bu da toksisite riskini arttırıyor.

Partikül boyutu değişken  (10-1000 nm), ortalama %8 – %12’si elektrik yüklü Yaygın olarak kullanılıyor. İçeriğindeki gümüş ağırlıklı olarak metalik halde olduğundan biyoaktif etki göstermiyor ve  sistemden pek kullanılmadan geçip dışkıyla vücuttan atılıyor. Sağlığa etkisi bu yüzden çok güçlü değil.
Hakiki Koloidal Gümüş

(Gıda Desteği)

Pazarlama terimi; tam süspansiyona geçmiş inaktif metalik gümüş parçacıkları kastediliyor; biyolojik aktivite gösteren (biyoaktif) iyonik gümüş içermiyor. Tipik konsantrasyon oranı: 3 – 200 ppm Kullanılan gümüşün kalitesi ve sudaki safsızlıkların oranına göre konsantrasyonda oynama görülüyor.

Aynı etkiyi yakalamak için koloidal gümüşü diğer ürün tiplerinde göre daha büyük dozlarda almak gerekiyor, bu da toksisite riskini arttırıyor.

Partikül boyutu değişken (1 – 1000 nm) Pazarlamadaki “Gerçeklik” iddiası gümüş nanopartiküllerinin ‘yüzey plazmon rezonansı’nın iyi anlaşılmamış olmasından kaynaklanıyor. Gümüş nanopartiküllerinin boyut-şekil ve konsantrasyona göre değişen ve berraktan başlayıp sarıturuncukahvengimaviyeşilmor’a kadar giden optik özellikleri sözkonusu.
İyonik Gümüş

(İlaç)

Elektrik yükü (+1) taşıyan gümüş iyonları ihtiva eden solüsyon Gümüş nitrat CASRN 7761-88-8
Tipik konsantrasyon oranı: 1,000-10,000 ppm
Konsantrasyonuna bağlı; konsantrasyon arttıkça toksisite artıyor

Toksisitesi ayrıca hangi tür tuzla kullanıldığına göre değişiyor (örn. gümüş nitrat, gümüş klorürden daha toksik özellikte)

Karışımdaki safsızlıklar haricinde (eğer varsa), partikül bulunmuyor bu üründe Tıpta hala kullanılıyor; yenidoğanlarda körlüğü önlemek için göze damlatılıyor.
Proteinli Gümüş

(Gıda Desteği)

Kararlı hale getirebilmek için protein eklenmiş iyonik veya koloidal gümüşe deniyor.  Genellikle jelatin, yumurta albumini, süt proteini (kazein) veya soya bazlı protein kullanılıyor. Mild Silver Protein (MSP) olarak geçen ürün. Tipik konsantrasyon oranı: 50-10,000 ppm Konsantrasyonuna ve protein kaplı gümüşün tam yapısının ne olduğuna bağlı. Süt, soya, yumurta ve jelatin proteinlerinden dolayı alerji riski var. Partikül boyutu değişken (50 – 2000 nm) Protein eklenmiş olması gümüşün biyolojik aktivitesine büyük ket vurabiliyor.
Gümüş Hidrosolü

(Gıda desteği)

Artı yüklü gümüş iyonları ile gümüş nanoöbekçiklerinin saf karışımı Sovereign Silver
Tipik konsantrasyon oranı: 10 ppm.
Argentyn23 Tipik konsantrasyon oranı: 23 ppm.
Yok denecek kadar az Partikül boyutu 0.8 nm Koloidal gümüş kategorisinde en gelişmiş ürün olarak kabul ediliyor. Partikül boyunun küçüklüğünden dolayı diğer koloidlerden ayrılıyor, bu ayrımı da ‘hidrosol’ terimi kullanarak belirtiyorlar.
Homeopatik gümüş

(İlaç)

Ölçümlenemeyecek düzeyde az miktarda gümüş ihtiva eden, seyreltme ve çalkalama işlemleriyle özel olarak üretilmiş formülasyon Argentum Nitricum, Argentum Metallicum
Tipik konsantrasyon oranı: ölçümlenemeyecek denli düşük
Yok  Partikül içermiyor. ABD’de Homeoatik İlaçlar HPCUS tarafından denetleniyor. FDA’in yetki alanı dışında kalan bir ilaç türü bu.
Gümüş Bileşikleri 

(İlaç)

İki veya daha fazla kimyasal elementin birbiriyle bağ kurmasıyla oluşan maddeye bileşik diyoruz.  Gümüş bileşiğinde de, elementlerden biri gümüş oluyor. Gümüş sülfadiazin Partikül boyutu değişken (10-1000 nm) Farklı gümüş bileşikleri  tıpta hala ağır yanıkların tedavisi veya santral venöz kateter kaplaması olarak yaygın şekilde kullanılmakta.

Kaynak

Görüldüğü üzere koloidal gümüşte ürün skalası oldukça geniş ve kesinlikle buradakilerle de sınırlı da değil. Bu ürün farmasötik ilaç olmadığı için üretim, dozaj ve kullanım şekilleri açısından standardizasyon da yok. Bir koldan yürüyen gümüş karşıtı dezenformasyon (devlet/pharma), diğer koldan gümüş imalatçısı rakip firmaların beslediği misenformasyon havuzu derken, Vahşi Batı’da elde mercek doğru bilginin izini sürmek ziyadesiyle güçleşiyor. Yine de, bildiklerimiz bilmediklerimizden fazla gümüş konusunda şu anda, bu da sağlıklı seçimler yapmamız için yeter de artar.

Bazı özel durumlar (lyme, kanser) hariç, günlük kullanımda ürün tipleri (iyonik, nano (metalik), hidrosol veya evtipi) arasında aşırı ince eleyip sık dokumaya gerek yok, gümüş her haliyle sorununuzu çözmede yardımcı olacaktır. Şöyle düşünelim bunu… Aradığınız antimikrobiyel etkiyse, bundan bin yıl önce insanlar gümüşü en ilkel formlarıyla kullandığında az da olsa etkisini görmüşlerdi. Bundan bir 150 yıl kadar önce elektriğin keşfiyle gümüşü elektrolize ederek koloidal ve iyonize forma getirmeyi başardığında insanlar gayet iyi antimikrobiyel etkinlik almaya başladılar, ancak nadir de olsa arjiri (ciltte kararma, renk değişimi) vakaları da görülmüyor değildi. [Arjiri çok yüksek konsantrasyonlara çıkıldığında (örn. 50,000 ppm) ve saf gümüş yerine gümüş bileşikleri (tuzları) kullanıldığında oluşan kozmetik bir durum; öldürmüyor, sakatlamıyor, yatağa düşürmüyor. Cilde içten dövme yaptırmış gibi düşünelim bunu. Kalıcı mı? Gelen son haberler tam vücut detoksuyla arjirinin tamamıyla geri çevrilebildiği yönünde!]

1930’larda tıbbın tercih ettiği ve 1980’lere kadar da pek değişmeden kullanılan koloidler aslında ‘organik koloidal gümüş kompleksleri’ ve bugünün koloidal gümüşünden çok farklı bileşikler bunlar.

Bundan bir 10 yıl geriye gidiyoruz ve artık sahnede son derece gelişmiş teknolojilerle üretilmekte olan ileri seviye gümüş solüsyon ve jellerinin olduğunu görüyoruz ve bunların hem antimikrobiyel etkisi çok başarılı, hem de çok yüksek güvenlik profili ile birlikte geliyorlar. Ve son 10 yılda katedilen mesafe daha da etkileyici, artık ilaç sınıfı gıda desteği olarak üretilen ve Lyme ve kanser tedavisinde damar yolundan güvenle ve çok başarılı şekilde uygulanan, MRSA’yı dahi 6 dakikanın altında bertaraf ettiği laboratuvar deneyleriyle gösterilmiş gümüş ürünleri var.

Yara tedavisinde kullanılan nano partiküllü düşük konsatrasyonlu gümüş jeli SilvrSTAT’ın hem MRSA hem de Vankomisine Dirençli Enterokokları (VRE) dakikalar içinde öldürme kabiliyeti gösterilmiş, FDA’den de yaşlı bakım evlerinde ülser, ameliyat yaraları ve doku aktarımı yapılan yerlerin iyileştirilmesi için kullanım izni almış durumda.

ABD’de kemik ameliyatlarında ve yanık ünitelerinin %70’inde gümüş kullanılıyor. Japon şirketleri havadan siyanür ve nitrik oksit temizlemek için kullanıyorlar gümüşü. NASA, Rus meslekdaşlarının gerisinde kalarak da olsa sonunda uzay istasyonları ve uzay mekiklerinde gümüşle temizlenen su sistemleri kullanmaya başlamış durumda. Büyük havayollarının uzak mesafe uçuş yapan yolcu uçaklarında yine gümüşlü su filtreleri kullanılmakta. İngiltere’de pekçok hastane ve kamu binasında lejyoner hastalığı ve diğer su kaynaklı bakteriyel ve virütik enfeksiyonun önlenebilmesi için suya gümüş katılıyor.

Gümüş nanopartikülleri ile kaplı kumaş liflerini görüyoruz. Bunlar yara pansumanında mikrop kırmak için kullanılıyor.

Bunca iyiyse biz niye daha önce hiç duymadık, doktorlar neden bilmiyor?

Gümüşün potansiyeli bizzat tıp literatüründeki yüzlerce yayınla destekli. 19. yy kapanırken tıbbi kullanım için gümüş bileşikler çoktan geliştirilmiş bile, 1930’larda hem bileşikleri hem koloidleri tıpta yaygın olarak kullanımda. 1940’larda doktorlar bilinen her ne tür enfeksiyon hastalığı varsa, piyasadaki 48 farklı gümüş bileşiğinden dilediğini seçip kullanıyor. Gümüş bazlı bu ilaçlar ağızdan, damar yolundan veya topikal olarak uygulanıyor. Albargin, Novargan, Proganol, Silvol… hep o dönemin gümüş ilaçları arasında. Fakat  75 yıldır tam karartma uygulanıyor bu bilgilere ve anaakım tıp fakültelerinde gümüşün tıbbi özellikleri okutulmuyor bile. Bunda aynı zamanda patent tıbbının doğum tarihi olarak da kabul edebileceğimiz 1938’de penisilinin sahneye çıkmasının payı büyük.

1900’lerin başında gümüş preperatları oldukça pahalı ve kararlı da değiller. Bugün ise gümüş koloidi imalatı çok daha kolay ve ucuz. İlaç firmaları ise tüm kısıtlarına ve yarattığı tehlikelere rağmen, modası geçmiş-ama-patentli antibiyotiklerini tıbba empoze etmeye devam ediyorlar, çünkü gümüşü patentleyemiyorlar. Antibiyotiklerin yarattığı çıkmazın anahtarı gümüş; ucuz, üretimi kolay, tek hücreli hiçbir patojen karşısında duramıyor ve hiçbiri direnç geliştiremiyor. Anahtar pharma’nın dipsiz cebinde…

Koloidal ve iyonik gümüş tiplerini tanıyalım; gümüş bileşikleri, tuzlar, proteinler ve izole edilmiş gümüş

Gümüş bazlı ürün seçkisini kalite ve tür bakımından biraz daha yakından incelemek istersek:

“Koloid” terimini hemen her gümüş ürünü için kullanılırken görüyoruz ama çıkış noktası nedir, önce buna bakalım.

  • İlk defa 1861’de Thomas Graham tarafından kullanılmış; ‘sıvı veya jel ortamında çökelmeden asılı kalması sağlanan çok ufak partiküller’e deniyor koloid.
  • Koloidlerdeki partikül boyutu çoğunlukla 1 – 1000 nanometre arasında.
  • Teknik olarak, gümüş iyonları veya iyonik formdaki kompleks bileşikler (sulu çözeltiler/solüsyonlar, çözünmüş katı maddeler vb.) için kulllanılmaması lazım koloidal gümüş teriminin. Fakat “koloidal gümüş” bilimsel manasını kaybedeli ve jenerik bir isim olarak ürünlere atfedilmeye başlanalı çok oldu. Aldığınız ürünün tam tipini anlayabilmeniz için üstünde yazan “koloidal gümüş” ibaresi hiç yeterli değil bu yüzden.

‘Gümüş bileşiği’ nedir? Gümüş bileşikleri güvenle kullanılabilir mi?

Bir başka element veya bileşikle doğrudan kimyasal bağ kurmuş gümüşe diyoruz bunu. Bileşiğin özellikleri ve göstereceği etki bildiğimiz gibi kendisini meydana getiren bireysel elementlerden tamamen farklı olabiliyor. Örneğin su molekülü bir bileşik, iki hidrojen ve bir oksijen atomununun birleşmesiyle meydana geliyor. Fakat su bileşiğinde oksijen var diye kalkıp bunu soluyamıyorsunuz haliyle!

Bileşik konusuna aşılar ve adjuvan olarak aşılara ilave edilen alüminyum konusunda da değinmiştik hatırlarsanız. Bitkilerden iyonik halde aldığımız alüminyum atomlarının aksine, bu alüminyum bileşikleri (tuzları) midebağırsak bariyeri atlatılarak doğrudan kana karışacak şekilde veriliyordu aşılarla ve çabucak çözünüp atomlarına ayrışmadığı için de böbreklere geçip idrarla dışarı atılmak yerine, makrofajlarca alınıp doğrudan beyne ulaştırılıyor, burada yarattığı enflamasyonla muazzam tahribata yol açıyordu.

İşte gümüş konusunda da tıbbın başından (1900’lerden) beri yanlış seçimlerde ısrarını görüyoruz. Saf gümüş ve saf sudan başka bir şey içermeyen koloidler yerine, son derece reaktif bileşiklerini kullanıyorlar tedavi için.

Gümüşün bazı bileşikleri, örn. gümüş oksit ve gümüş klorürün insan vücuduna fazla bir zararı görülmemiş, fakat bunlar da laboratuvar deneylerinde antimikrobiyel etkiden sınıfta kalmışlar. Gelgelelim, piyasadaki bazı ilaç markalarında (Argyrol, Neosilvol ve Collargol) kullanılan gümüş bileşikleri (gümüş asetat, gümüş nitrat, gümüş salvarsan vb.), içeriklerindeki aşırı yüksek gümüş konsantrasyonundan dolayı insan vücudunda çok güçlü toksik etkiye sahipler. Her ne çeşit gümüş bileşiği olursa olsun elinizdeki üründeki, kullanımı arjiri riskini beraberinde getiriyor.

Dahili kullanım için kaliteli bir koloidal gümüş ürün dururken gidip gümüş bileşik tercih edilmesinin sağlayacağı HİÇBİR fayda yok kişiye. Yüksek PPM’li gümüş bileşiklerinin riskleri gayet iyi biliniyor. ABD’de kullanıma girecek her maddenin toksikolojik profiline bakmak ve kullanımı için yönerge oluşturmakla görevli kurumu EPA’nın gümüşle ilgili raporu, geçtiğimiz yüzyılda görülen arjiri vakalarının hepsinin gümüş bileşiklerinin (ağızdan veya damardan) çok yüksek dozlarda (gram ölçüsüyle!) ve uzun süreli (aylar/yıllar boyunca) kullanılmasıyla oluştuğunu gösteriyor.

Bugün ilaç olarak piyasada bulunan bileşiklerdeki gümüş miktarı olağanüstü yüksek (gram veya miligram ölçüsüyle konuluyor). Konsantrasyon ise (endüstri standardı olan 10 ppm yerine) 50 ppm ila 1500 ppm arasında değişiyor. Bu ürünlerden günde 2 yemek kaşığı aldığınızda gümüşte dozaşımına gitmiş oluyorsunuz. Bazı firmaların “stabilize edilmiş / kararlı hale getirilmiş iyonik gümüş” ibaresi kullandığını görüyoruz. Bu kararlı formülasyonlara çoğu kez gümüş sitrat, gümüş asetat veya gümüş nitrat gibi bileşiklerin oluşmasıyla ulaşılabiliyor.

Elimizdeki ürünün gümüş bileşikli olup olmadığını nasıl anlarız?

PPM – 50 PPM’nin üstündeki ürünler (herzaman değil ama) çoğu kez gümüş bileşikli oluyor. 75 PPM’nin üstündeyse ürün, ya yanlış etiketlenmiştir ya da kesinlikle bileşiklidir.

PH – Elektroliz işlemi düzgün yapıldıysa, ortaya çıkan gümüş solüsyonu neredeyse nötr, yani pH değeri 7.0’a çok yakın olmalıdır. Ürün fazla asidik veya fazla bazikse ya başka bileşikler de mevcuttur veyahut da gümüşün bileşikleri kullanılmıştır.

İstisnai Durumlar: Son yıllarda piyasaya gümüş ve OKSİJEN birleşiminden oluşan kompleks moleküllere (AG4O4 – tetragümüş tetroksit)  sahip bir dizi ürün çıktığını görüyoruz. Şu ana kadar oldukça etkileyici sonuçlar elde edilmiş durumda bunlarla (SilvrSTAT), umuyoruz yakın gelecekte çok daha fazla klinik çalışmayla kullanım alanları desteklenir ve gelişir.

AIDS’te görülen viral, bakteriyel, fungal, parazitik enfeksiyonları temizlemek üzere geliştirilmiş, enjeksiyon şeklinde verilen Tetragümüş Tetraoksit moleküllerine ait patent.

Mild Silver Protein (MSP olarak bilinen proteinli gümüş)

1900’lerin başında ilkel yöntemlerle üretilen gümüş koloidlerinin ‘kararlı’ olmadıklarından bahsetmiştik hatırlarsanız. İşte bu soruna çözüm olarak mikroskopik gümüş partiküllerini organik bileşiklerle, bu durumda ‘protein’le kaplama (gümüşle protein arasında kimyasal bağ kurdurma) fikri gelişiyor, fakat bu çözüm de kendi içinde problemler taşıyor.

Gümüşü suda daha uzun süreyle süspansiyonda tutmak için soya, süt, yumurta ve en çok da jelatin gibi proteinlere bağlandığında gümüş bu defa da etkinliğinden yitiriyor. Öyle olunca, istenilen etkiyi alabilmek için gümüş miktarını arttırmak durumunda kalıyorsunuz, sonuçta ortaya  yüzlerce, hatta binlerce ppm’lik ürünler çıkmış oluyor. Üretici firmalar içindeki gümüş fazla olunca ‘çok daha güçlü ve etkili’ diye pazarlıyor bu ürünleri fakat daha önce de belirttiğimiz gibi, proteine bağlanmış olmaları gümüş partiküllerinin çalışmasını engelliyor.

Bu yüksek konsantrasyondaki gümüş ürünlerinin nadir de olsa arjiri vakalarına yol açtığı da biliniyor. O yüzden sorumluluk sahibi firmalar yalnız doktorlara yönelik satış yapıyor ki hastalar kontrollü bir şekilde kullansın gümüşlü proteini. Ancak onlar da azınlıktalar.

Çok yüksek gümüş konsantrasyonuna rağmen, özellikle protein olarak jelatin kullanılmış proteinli gümüş ürünlerinde bakteri ürediği de tespit edilmiş, ki bu da proteine bağlı şekilde tutulan gümüşün etkisizliğine bir başka kanıt.

Proteinli gümüş satan firmalar bunu etikette herzaman belirtmeyebiliyor. Üstünde sadece koloidal gümüş yazsa, ‘protein’ kelimesi hiç geçmese de şu yöntemlerle anlaşılabiliyor ürünün MSP olup olmadığı:

a. Şişeyi hızla salladığınızda en üstte sabun köpüğü gibi köpüklenme oluyor ve bu köpükler 3-4 dakika boyunca geçmiyorsa elinizdeki ürün kesinlikle proteinlidir.
b. Konsantrasyon: 50 – 10,000 ppm’lik (mg/L) yüksek konsantrasyon ranjında karşımıza çıkıyor bu ürün.
c. Ürünün rengi hafif sarıdan iyice koyu renge kadar değişebiliyor.

Eğer ulaşabildiğimiz tek ürün yüksek ppm’li (ve/veya proteinli) gümüş koloidleri ise, bunları dahili olarak almak (veya spreyle burun mukozasına ulaştırmak) yerine ciltteki yaralar, yanıklar, kesik ve diğer problemler için harici olarak kullanmakta büyük fayda var.

 

Elektroliz metoduyla ortaya çıkan koloidal gümüş ne oluyor peki?

Elektroliz metoduyla gümüşü ‘3 hale’ getirebiliyorsunuz:

  • İyonik gümüş (Ag+)
  • Elektrik yükü taşıyan gümüş partikülleri (eksi yüklü gümüş atomu (AG-) öbekleri bunlar)
  • Metalik gümüş partikülleri (nötr)

Her üçünün de kendine göre faydası var, fakat koloidal gümüş üretiminde istenilen ortak özellik parçacıkları mümkün olan en küçük boyuta indirgemek; böylelikle hem yüzey alanını (ve dolayısıyla etkisini) arttırmış oluyorsunuz gümüşün hem de vücutta birikme yapmadan sistemden çıkışını garantiliyorsunuz.

Zardan emilim, vücut içinde dağılım ve nihayetinde sistemden atılımdan bahsediyorsak, vücut elbette taştan ziyade ince kum parçacıklarıyla çok daha rahat ve etkin çalışacaktır.

Üretim sürecinin yanürünü olarak ortaya gümüş oksit çıkabiliyor. Elektroliz işleminde salin solüsyon veya başka tür bir tuz kullanıldıysa ortaya bol miktarda gümüş klorür çıkıyor ve olağanüstü “aglomerasyon” (topaklanma/yığışma) meydana geliyor, ki bu da aşırı büyük gümüş parçalarının oluşması demek. Koloidal gümüş üretiminde musluk suyu veya tuz kullanımı çok düşük kalitede ve gereksiz yükseklikte gümüş içeren bir son ürün ortaya çıkmasına neden olacak ve uzun süreli kullanımda elbette arjiri riski doğuracaktır.

Farklı partikül boyutlarına sahip farklı konsantrasyonlarda gümüş ürünleri görüyorsunuz. Ürünün konsantrasyonu ne kadar yüksekse rengi de o kadar koyu oluyor. 5 nm’den büyük partiküller gözle görülür sarımtrak bir renk veriyor, tabii partikül oranı arttıkça soğrulan ışık da artacağından renk değişimi oluyor. Rengin koyulaşmasında oksidasyonla birlikte partikül topaklanmaları da rol oynayabilir.

Elektroliz yöntemiyle üretilmiş iyi koloidal gümüşlere bu yüzden “izole gümüş” deniyor. Yani, bileşik değil, tuz değil, öbek değil… Etrafı saf su molekülleriyle (H2O) çevirili tekli gümüş partikülü veya iyonları demek bu. İçeceğiniz koloidde gümüş, hidrojen, oksijen, az bir miktar azot ve biraz da karbondan başka hiçbir şey olmayacak, gümüş iyonları da çokça (OH-)’la bağlı olacak anlamına geliyor “izole gümüş”.

Koloidimiz Metalik mi yoksa İyonik mi olsun?

Piyasa hakimiyetini elinde tutan iki gümüş koloidi tipi bunlar, o yüzden biraz daha yakından bakalım kendilerine…

Sağlık ürünleri satan dükkanlarda tipik olarak iyonik koloidal gümüş ürünleri bulunuyor. 100 seneyi aşkın zamandır satışlarda liderliği kimseye bırakmamış gözüküyor.

İkinci en iyi satan ürün tipi ise metalik formdaki koloidal gümüş; içerdiği parça boyutu ortalaması 100 nm’den küçükse buna nanopartiküllü gümüş (nanogümüş) deniyor.

Metal içerikli Gümüş Ürünlerinin Özellikleri:

Firmaların “hakiki koloidal gümüş” olarak pazarladıkları ürünler bunlar.
Genellikle gümüş nitrat veya gümüş asetat gibi gümüş bileşiklerinin kimyasal işlemle geriye salt suda asılı kalmış elementer gümüş metali parçacıkları kalıncaya kadar indirgenmesiyle elde ediliyor.

Metalik içeriğinden dolayı “Hakiki/Gerçek Gümüş Koloidi” olarak pazarlanan ürünlerden biri. Metal partikülleri konsantrasyon arttıkça daha fazla ışık yansıttığından bu ürünlerde sarı/kehribar tonlarında renk oluyor.

Üretim için bir başka yol da, gümüş çubuğa 25,000 volt’a varan yüksek voltajlı Alternatif Akım verilerek çok küçük boyutlarda elementer gümüş parçalarının kimyasal bağlarının kopartılarak suya karışmasını sağlamak.

Çok daha az başvurulan bir diğer yöntem de, sudaki ince çekilmiş elementer gümüşü süspansiyona geçirmek için sonikasyon yönteminin (ultrasonik elektrik jeneratörünün yarattığı mekanik titreşim verme yöntemi) kullanılması.

Nasıl üretilmiş olursa olsun, gözle görülmeyecek boyuta getirilmiş elementer metal parçalarının içiminden bahsediyoruz metalik koloidlerde.

İçilen metalik gümüş parçacıkları asitli vücut sıvılarıyla buluşmadan veyahut yüksek oksijenli dokularla temas etmeden vücutta hiçbir şey yapmıyor, inert (yani eylemsiz, tesirsiz) kalıyor. Asit veya oksijenle temasta bu metal parçacıkları etraflarına gümüş iyonu vermeye başlıyorlar. Patojenlere herhangi bir şekilde etkisi olacak tek şey işte bu gümüş iyonları. Metalik gümüş, vücuda alındıktan sonra bu iyonları serbest bırakabildiği (yıkımlanıp iyonik hale dönüştürülebildiği) müddetçe patojenlere karşı etkili.

Iyonik Gümüş Ürünlerinin Özellikleri:

Ağırlıklı olarak düşük voltajlı Doğru Akım verilerek üretiliyor. Saf suya batırılmış iki saf gümüş çubuk arasından elektrik akımı geçiriliyor. Akım çubuklardan birinden geçerken hidrojen ve hidroksit iyonları açığa çıkıyor ve bu da saf suyun hafif iletken hale gelmesini sağlıyor – akım bu sayede sudan geçerek diğer çubuğa ulaşabiliyor.

Bu işlem giderek hız kazandıkça çubuklardan birinin yavaş yavaş serbest bırakmaya başladığı submikroskobik (mikroskopla görülemeyecek kadar küçük) gümüş iyonları suya geçmeye ve taşıdıkları artı yükten dolayı da süspansiyonda kalmaya başlıyor.

Gümüşten kopan bu minicik atomik ve moleküler parçacıklar elektrolit görevi görüyor, iki çubuk arasındaki akımı daha da güçlendiriyor, güçlenen akımla da gitgide daha fazla gümüş iyonu serbest kalıyor.

Metalik formdaki gümüş koloidler gibi bu açığa çıkanlar bildiğimiz elementer gümüş parçaları değil, gümüşün elektrik yüklü atomik ve moleküler parçaları.

Ortaya çıkan bu gümüş partikülleri ile elementer metal partiküllerinin fiziksel olarak birbirinden tek farkı, kaybettiği elektrondan dolayı iyonik gümüş partiküllerinin taşıdığı artı yük.

Ve bu artı yük sayesinde gümüş iyonları:

1) Vücuda alındığında patojenlere karşı biyolojik manada çok daha etkili olabiliyor (Niye? Çünkü patojenik bakteriler hücre duvarlarında daha ziyade eksi yük taşıyorlar da ondan. Karşıt yükler yüzünden gümüş iyonuyla patojen arasında güçlü bir çekim alanı oluşuyor.)

2) Gümüş vücutta bu haliyle çok daha rahat emilip kullanıma sokulabiliyor (biyo-yararlanımı yüksek).

Farkında olmayabiliriz ancak koloidal gümüşün taşıdığı bu iyonik haldeki gümüş partikülleri, yediğimiz buğdaydır, mantardır veya nori, kombu, wakame, arame, hijiki, kırmızı deniz otu gibi yenilebilir deniz sebzeleridir, bunlarda doğal olarak bulunan ve yediğimizde vücuda aldığımız gümüş tipiyle aynı.

Bitki, kökleri vasıtasıyla topraktan veya sudan mineralleri alıyor ve çabucak iyonik hale çeviriyor.

Niye?

Bitki yiyerek beslenen diğer canlılar (hayvanlar/insanlar) için gümüşün en rahat alınıp kullanıma sokulabileceği (biyo-yararlanım), mineralin biyolojik olarak en aktif ve vücuda en faydalı hali bu da ondan. Yediğimiz bitkiden beslenebilmemiz için Tabiat Ana’nın mineralleri (gümüş dahil) sunuş şekli bu. Aksi taktirde alıp toprak atıp ağzımıza, minerallerimizi elementer (yani metalik) formunda doğrudan alabiliyor, bununla beslenebiliyor olmamız lazımdı.

Sonuç olarak, koloidal gümüşün iyonik formunu kullandığınızda, yediğimiz bitkilerdeki haliyle tıpatıp aynısını almış oluyorsunuz vücuda.

Elinizdeki koloidal ürünle gümüşün elektrikle açığa çıkarılmış iyonik halini alıp içtiğinizde, vücudun bunu alıp daha fazla işleme sokması, parçalayıp ayrıştırması, yıkımlaması gerekmiyor, çünkü bitkiden alacağınız şeklini–halihazırda biyolojik olarak aktif, enfeksiyonla savaşacak [submikroskobik, elektrik yüklü atom ve moleküllerden oluşan] halini–almış oluyorsunuz bu besin öğesinin.

İyonik (+1) – Metalik (Nötr) Gümüş Koloidi Kıyaslaması

Onlarca çalışma var iki türün karşılaştırmasını yapan ancak S.M. Foran’ın 2009’da Quanta dergisinde çıkan “Gümüşün Tedavi Edici Özelliklerinin Tarihi ve Teknik Değerlendirmesi” başlıklı çalışması konuyu çok güzel özetliyor:

“Nötr gümüş [yani metalik gümüş], iyonik haldeki gümüşün mikrop öldürücü tabiatına sahip değil. Mikropların elektron dengesini bozmak için iyondaki elektrik yükü lazım…

…İndirgenmiş veya nötr gümüşün [metalik gümüşün] bilinen tıbbi bir değeri yok. Bunlar gümüş tuzları, gümüş bileşikleri ve iyon içermeyen koloidler…

…Gümüş iyonu içeriyorsa bu ürünler de belirli bir miktar fayda gösterecektir, fakat bunların çoğu biyolojik açıdan anlamlı konsantrasyonlarda Ag+ (gümüş katyonu) üretmekten uzak görünmekte.”

Sonuç olarak:

  • Teknik açıdan her iki form da (iyonik / metalik) antimikrobiyel özellik taşıyor; biri enfeksiyonla anında mücadeleye hazır halde geliyor (iyonik), diğeri (metalik) vücutta birtakım işlemlerden geçtikten sonra aktif hale geliyor.
  • Biri hızlı, anında etki ediyor (kullan-at modeli); diğeri ise daha yavaş ama etki süresi daha uzun.

Olumlu tarafından bakacak olursak hiçbir koloidal ürün %100 iyonik veya %100 metalik değil, o-la-mı-yor. Metalik ürünlerde %70-80 ve üzerinde nötr metal, geri kalanı iyon olurken, iyonik diye satılan ürünlerde de değişen miktarlarda (%70-80-90 veya üzerinde) gümüş iyonu, geri kalanı metalik partikül oluyor. Her ikisinden de faydalanmış oluyorsunuz.

Not: Piyasadaki koloidal gümüş yapma cihazlarının hepsinin iyonik gümüş ürettiği söyleniyor.

Metalloprotein Transportasyon Sistemi Nedir?

Gümüş partikülleri vücutta nereye-nasıl gidiyor diye merak edenlerimiz için cevap, vücudun metal (mineral) iyonlarını taşımada kullandığı özel kurye sistemi, metalloproteinle taşıma sistemini kullanarak doku ve hücrelere gidiyor.

Metalloproteinler, mevcudiyet nedeni metal atomlarına (metal iyonları dahil) bağlanmak olan çok küçük protein zincirlerine deniyor.

Yediğimiz içtiğimiz mineral (metal) iyonlarına bağlanarak bunlara mide-bağırsak yolu boyunca maruz kalacakları zorlu kimyasal işlemlerde eşlik eden, kan dolaşım sistemine geçmelerini sağlayarak buradan iyonların vücudun doku ve hücrelerine doğrudan ulaşmasına yardımcı olan eşlikçi koruma proteini timi oluyor kendileri.

Sindirim yolu boyunca her yerde nöbetteler, hatta sadece tükürüğümüzde 200’ün üstünde metalloprotein göreve hazır bekliyor. Vücudun 100 trilyon hücresince yapılan proteinlerin üçte biri esasen metalloproteinden oluşuyor.

Hücrenin toplamda sarfettiği enerjinin %9 ila %11’inin bizzat bu metalloproteinlerin üretimine ayrıldığı da artık biliniyor.

Metallotiyonin ve Gümüş

Sistein zengini ve moleküler ağırlığı düşük bir grup Metalloprotein bunlar. İşleri de vücutta çinko, bakır ve gümüş taşımak.

Görevleri çift yönlü; metallotiyoninler aynı zamanda kadmiyum, cıva ve arsenik (toksik metal ve metalloidlerimiz?)’e bağlanıp bunların vücut doku ve hücrelerine emilmesini önlüyor. Yani hem faydalı mineralleri doku ve hücre içine taşıyorlar hem de potansiyel olarak zararlı mineralleri dışarıda tutuyorlar.

Metallotiyoninlerin ayrıca çinko yerine vücutta gümüş emilimini tercih ettiği de gösterilmiş, bunun nedeni de fazlaya kaçıldığında serbest çinko iyonlarının gümüşe göre daha toksik etki göstermesi.

Metalloproteinlerin keşif yılı 1957; yani ne bunlar ne de gümüş iyonu taşımacılığındaki rolleri yeni bir bilgi değil. Oksidatif strese karşı koruyucu rolleri de bilinmekte.

Vücutta mineral aktarımında, enzim üretiminde, sinyal iletiminde, redoks reaksiyonlarında ve diğer pekçok hayati önemdeki biyolojik fonksiyondaki rollerinden dolayı bilim camiasının halen aktif olarak araştırdığı bir protein sınıfı bu.

İşte her iki tür koloidal gümüşü de vücuttaki asit ve klorür iyonlarından koruyup doku ve hücrelere taşıyan, burada kolonize olup rahatsızlık ve hastalık yaratmış patojenlere karşı savaşabilmelerini sağlayan bu metalloproteinler oluyor.

İyonik koloidal gümüş içilir içilmez vücut Metalloprotein yapıp gümüş partiküllerine bağlıyor ve vücutta gitmesi gereken yere kadar kendisine eşlik edip, yol üzerindeki asitten, tuzdan, enzimlerden etkilenmemesini sağlıyor. Metalik gümüşte de aynısı oluyor ama daha yavaş gelişiyor olaylar. Metalik gümüş partikülleri mide-bağırsak yolunun asitli sıvılarıyla temas ettiğinde ancak iyon vermeye başlıyor ve vücut da ancak bu iyonlar ortaya çıktığında eşlikçi metalloprotein üretimine geçip refakatçiler eşliğinde bu iyonların vücutta gerekli yere ulaşmasını sağlıyor. Aradaki fark, bu.

Koloidal Gümüşün Patojenlere Karşı Etki Mekanizması Nedir?

1. Katalitik ‘İndirgeme/Oksidasyon’ (REDOX). Tıpkı demir gibi gümüş de güçlü bir oksijen taşıyıcısı. Fakat demirden farklı olarak, gümüş enfeksiyöz bir mikropla temas ettiğinde oksijenle yarattığı “patlama” sayesinde patojenin hücre duvarını tahrip ediyor, tıpkı hidrojen peroksit gibi…

Gümüş oksijeni çekiyor, oksijen gümüşle bağ kuruyor, hatta tel örgüye benzer yüzeyindeki boşluklardan içeri giriyor veya geometrik girinti-çıkıntılara yerleşiyor.

Daha önce klordioksit ve hücre içinde üretilen hidrojen peroksitin patojenle temasta ham oksijen vererek mikrobu imhasından bahsetmiştik (bkz. oksidasyon). İşte üstün yetenekli gümüşümüzün bu oksijen adsorbe edip taşıma ve patojenin bulunduğu ortamda ham oksijeni salma marifeti gizli silahı.

‘İçme Suyundaki Mikroorganizmaların Kontrolünde Gümüş-Bakır Katalistlerinin Kullanımı Üzerine bir Çalışma’ başlıklı yayındaki bulguları aktaralım:

“Gümüş atomik halindeyken oksijen emip oksidasyon için katalist görevi görebiliyor.

Oksijenin elektronegativitesi kükürtten fazla olduğundan, atomik (nasent/ham) oksijen solüsyondaki gümüş partiküllerinin yüzeyine absorbe ediliyor ve bakteri ya da virüslerin yüzeyini çevreleyen sülfidril (- S- H) gruplarındaki kükürte bağlanmış hidrojenle tepkimeye giriyor.

Hidrojen atomlarını kaybeden yapıdaki kükürt (sülfür) atomları yoğunlaşmaya gidip R- S –S- R bağı kuruyorlar. Hücre respirasyonu bu şekilde inhibe edilmiş olan bakteriler ölüyor.”

Bu konudaki açıklamaları 2 cümleyle geçiştirebilirdik. Ancak bir önceki yazımızda da dediğimiz gibi, ne yaptığımızı bilerek gümüş kullanmak istiyoruz ve bilgiye dayanmayan eleştirileri şüpheye yer bırakmayacak şekilde yanıtlayabilmek istiyorsak da kendimizi biraz daha detaylı bilgiyle donatmamızda fayda var. O yüzden şimdi dünyaca ünlü lenfolog (Patent Tıbbı hekimlerinin en ihmal ettiği vücut sistemiydi bu, hatırlayınız), aynı zamanda Naturapati Doktoru (klasik naturapattan farklıdır, farmasötik ilaç reçete etme yetkisi olan–omzuna allopatinin kolu atılmış–doğal tıp uzmanıdır bu) ve üstelik kimyager Dr. C. Samuel West’in oğlu, tıp doktoru Stephen West’in gümüşle ilgili açıklaması ise şu yönde:

“Gümüş iyonları ölmüş hücreleri temizleyip sağlıklı hücrelere de oksijen taşıyarak lenfatik sistemi stimüle ediyor.”

Hmm, lenfatik sistem bağışıklık sistemimizin otoyolu değil miydi? Koloidal gümüşle akla gelebilecek her tür rahatsızlıktan kurtulduğunu söyleyen forumlar dolusu insanın anlattıklarının altındaki temel mantık anlaşıldığında taşlar yerine oturuyor hakikaten… İmmün sistemi çökertmeden patojen imha edecek ve üstelik bunu yaparken arkada bıraktığı çeri çöpü toplayıp kaldıracak, yan etki oluşturmayı bırakın immün sistemin daha efektif çalışması için gerekli hammaddeyi ve ortamı sağlayacak bir metal formu bu. Patent Tıbbı’nın elinde bunun yakınına dahi yaklaşabilecek etkinliğe sahip herhangi bir ilaç var mı diye sorduğumuzda durumun vahameti ortaya çıkıyor zannederiz.

Devam edelim…

İşin içinde lenfatik sistemin bir altbileşeni gibi düşünebileceğimiz Retiküloendotelyal Sistem var. Önce bunu (RES) tanımlayalım: Gevşek bağ dokusu, kemik iliği, karaciğer, akciğer, dalak ve lenf düğümlerinde yaygın şekilde bulunan, fagositoz yeteneğine sahip hücreler (gevşek bağ dokusunda makrofaj (histiosit)’lar, karaciğerde Kupffer hücreleri gibi)’in oluşturduğu, enfeksiyona karşı vücut savunmasında rol oynayan sistem; retiküloendotelyal sistem.

Fazlasıyla kompleks biyolojik mekanizmalar devrede burada ama en basit şekliyle olaylar şu şekilde cereyan ediyor:

Lenf sıvısı pH değişimlerine fazlasıyla duyarlı, asidite fazla arttığında fungus (mantar) ve bakteriler kendiliğinden (spontan şekilde) ortaya çıkıp üremeye başlıyor. [Dikkat: Dışarıdan bir şey “kapmanıza” gerek yok yani, iç ortamınızı pislerseniz görevli temizlik/eliminasyon memurları kendiliğinden oluşup işe koyuluyor.] Bunu önlemek için asidik atık fazlası, Retiküloendotelyal Sistem (RES) vasıtasıyla vücuttan temizleniyor.

Lenfatik sistemin esansiyel bölümlerinden olan RES timus bezi, kemik iliği ve lenfoid dokulardan oluşuyor. Vücudun asidik atıklar ve toksinlerden kurtulmada kullandığı depo, değişim ve eliminasyon (tahliye) sistemi yani.

Biz vücudumuzu toksinle, asidik atıkla doldurduğumuzda RES’in işi başını aşabiliyor. Klordioksit, ozon, hidrojen peroksit ve gümüş kullanıldığında bunca kısa sürede iyi etki göstermesinin sebeplerinden biri de RES’e yardıma girişiyor olmaları işte. Hem lenf sıvısında patojen (mantar, bakteri, virüs, parazit) artışını engelliyorlar hem de asiditeyi alıyorlar. Şöyle ki:
Sisteme sağladıkları ekstra oksijen lenf sıvısının doğal pH değerine dönmesine yardımcı oluyor

Oksijen toksik atıkların oksitlenmesinde kullanılıyor. Artmış oksijen molekülü varsa bunları da alyuvarlardaki hemoglobinler toplayıp alıyor, gidip vücudun oksijenle yapması gereken başka işleri varsa (mesela hücre respirasyonu?) oraya oksijen sağlıyor.

RES’in bir görevi de vücudun vereceği immün yanıtı stimüle etmek, böylelikle vücudu yabancı maddelere ve hastalık yapıcı organizmalara karşı korumak.

Akyuvarlarımız gayet tabii gidip kanser hücrelerini, virüs, bakteri ve diğer patojenleri avlıyor avlamasına, fakat dokuda sıvı birikmesi artarsa (RES havlu atmışsa) ve/veya ortamda yeterli oksijen yoksa, akyuvarlar işini yapamıyor!

Bu yazının konusu olan bir-elde-10-marifet gümüş iyonlarının bir faydası da işte bu; gayet basit bir şekilde canlı hücrelere yaşamsal ek oksijen sağlıyor, ölü hücrelerin temizlenmesi için de oksidasyona yardımcı oluyor, böylelikle lenfatik sisteme destek oluyor.

2. Katalizör etkisi. Gümüş, katalizör görevi görerek, tek hücreli bakteri, virüs ve mantarların respirasyon ve metabolizma için kullandıkları enzimi etkisiz hale getiriyor. Bunu da diğer insan hücre ve dokularına zarar vermeden yapıyor.

3. Çok ufak gümüş tanecikleri patojenin yıkılmış hücre duvarından içeri emildiğinde gidip patojenin DNA’sına bağlanıyor, böylelikle mikrobun çoğalmasını önlüyorlar. Mikrop çoğalamazsa enfeksiyon da yayılamaz.

One trick pony ilaçların aksine gümüş, sahip olduğu bu özellikler sayesinde uygulandığı ortamda patojen bırakmıyor, bunu da göz açıp kapatıncaya kadar yapıveriyor.

Üstelik bunlar daha keşfedilebilmiş olan özellikleri. Oysa baktıkça yeni keşifler gelmeye devam ediyor gümüşle ilgili. Mesela 2015’te İsrail’in Hebrew Üniversitesi’nden araştırmacılar gümüşün bakteriler üzerindeki “Zombi Etkisi”ni keşfetmiş bulunuyor. Nano boyuttaki gümüş partiküllerini sünger gibi emen ve ölen bakteriler bunu bir müddet sonra bulundukları ortama sızdırmaya başlıyorlar ve eskiden bir parçası oldukları bakteri kolonisi de aynen bu nanogümüş partiküllerini sünger gibi çektiğinden onlar da ölüyor ve oluşan bu zincirleme ölüm dizgisiyle koca koloni temizlenmiş oluyor.

Gümüşle ölüp hücrelerine gümüş dolan bakterilerin ölüsü diğer canlı bakteriler için ölüm makinesi haline geliyor. Fotoğraftaki beyaz noktacıklar bakteri içine geçmiş gümüş partikülleri.

Gümüş toksik bir metal mi?

CRC Handbook of Chemistry and Physics (CRC Kimya ve Fizik Kılavuzu) hayır diyor, fakat şu notu düşüyor:

“Gümüşün kendisi toksik olmasa da tuzlarının çoğu, anyon mevcudiyetinden ötürü zehirli.”

“Exposure-Related Health Effects of Silver and Silver Compounds: A Review” makalesinde verilen bilgi şu şekilde:

“Gümüşün hiçbir formunun immün, kardiyovasküler, sinir veya üreme sistemleri için toksik olmadığı düşünülmekte (ATSDR, 1990) ve kanserojen etkisinin olmadığı bildirilmektedir (Furst and Schlauder, 1978).”

İngiltere’nin gümüşün tıbbi kullanımı alanındaki otoritesi, toksikolog ve patolog Alan B.G. Lansdown’ın “Sağlık Hizmetlerinde Gümüş: Antimikrobiyel Etkisi ve Güvenli Kullanım Yönergeleri” isimli kitabında verdiği bilgi:

“Gümüşün tüm formlarının vücut dokularına intikal ettikten sonra çok azının vücuttan atılabileceği ve buna bağlı olarak da gümüşün dokularda birikmeye gideceği yönündeki açıklamaların aksine, gümüş insan vücudunda gayet aktif bir şekilde metabolize edilmekte ve kullanıldıktan sonra büyük bölümü de karaciğer, idrar, saç vb. yollarla elimine edilmektedir…

…Gümüşün cıva ve kurşun gibi insan vücudunda kümülatif bir zehir gibi davrandığı veya herhangi bir dokuda toksik seviyelere ulaştığını destekler yönde yeterli kanıt bulunmamaktadır.

Gümüşün vücutta toplanmayı seçtiği yer dermisin taban membranı bölgesi, fakat bunun yaşamı tehdit edici veya klinik toksisite belirtileri açığa çıkarıcı bir durum olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmamakta.”

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3003978/

Dartmouth Üniversitesi Toksik Metal Araştırma Programı:

“İnsanlar ve hayvanlar vücutlarında iz miktarda gümüş taşımaktalar. Normalde günde 70 – 88 mikrogram gümüş alıyoruz vücuda, bunun yarısı da yediklerimizden geliyor.

İnsan bu miktarda günlük alımla başa çıkabilmesini sağlayan etkin metodlar geliştirmiş durumda. Vücuda aldığımız gümüşün yüzde 99’un üzerinde kısmını dışarı atıyoruz.

Gümüş İnsan Sağlığına Zararlı mı?

Kurşun ve cıva gibi metallerin aksine gümüş insanda toksik etki yaratmıyor; kanser, üreme sorunları veya nörolojik hasar oluşturmuyor, başka herhangi bir kronik sağlık sorunu da tanımlanmış değil bu metalin kullanımıyla ilgili.

ABD’de toksik maddelerin sınıflandırılması ve kullanımının denetlenmesinden sorumlu Çevre Koruma İdaresi (EPA) Koloidal Gümüş için ne diyor?

EPA’ya göre ortalama bir yetişkinin 70 yıl boyunca günde 7 çay kaşığı (350 mikrogram) 12 PPM’lik gümüşü almasında hiçbir sakınca bulunmuyor.

Ama gümüş bir ağır metal?

Teknik olarak gümüş bir geçiş metali, ağır metal değil. Metallerin gösterdiği özellikler sadece ağırlık ölçütüne bağlı değil biliyoruz ki, örneğin alüminyum ağır bir metal değil, fakat son derece nörotoksik. Periyodik cetvelde ‘geçiş metali’ kategorisindeki diğer metaller tanıdık gelecektir size, esansiyel besin öğesi olarak kabul ediliyorlar zira; krom, bakır, çinko, demir.

Suyun en az beş katı ağırsa bir metal, ağır metal sınıfında sayılıyor fakat dediğimiz gibi, bu kriter bilimde herkes tarafından kabul görmüş bir değerlendirme şekli değil, ama yine de bu kritere göre “ağır” sayılan metallerin (örneğin demir, bakır, manganez, çinko) bir kısmını besinle almadığımız takdirde sağlımız bozuluyor.

Gümüş esansiyel mineral kabul edilmiyor (henüz!) fakat insana mental ve/veya fiziksel sağlık kazandırdığı biliniyor. Bu konuya daha sonra yeniden döneceğiz ama önce bu ‘tüm ağır metaller sağlığa zararlıdır’ konusunu tam açıklığa kavuşturalım, zira en çok doktorlarımızın kafası karışmışa benziyor bu konuda.

Bu “ağır” metaller olmadan yaşayamayacağımızı, çoğunun insan sağlığı için elzem olduğunu belirtmiştik. Vücutta belirli bir seviyenin altına düştüklerinde, kendini hastalık şeklinde belli eden birtakım yoksunluk semptomları açığa çıkmasından biliyoruz bunu. O zaman neymiş? Olay metalin ağırlığında veya yoğunluğunda değil, size yarayıp yaramadığında, sağlıklı mı yoksa zehirli mi olduğundaymış. Sağlımıza son derece zararlı “ağır” metaller arasında kimler var mesela? Kurşun, cıva, kadmiyum, arsenik, kobalt, bizmut vs. Ana akım tıbbın fazlasıyla benimsediği, aralarından su sızmadığı “ağır ağabeyler”den bazıları bunlar aynı zamanda. Fakat bizim sağlık için takip etmemiz gereken kural tek: Hiçbir metalin/mineralin fazlası iyi değil, ölçüyü hiçbir metalde hiçbir zaman kaçırmamak lazım.

Doğal tedavilerde uzman veya bilgili doktorunuz tarafından kısa süreli olarak yüksek doza çıkmanız uygun görüldüyse ve karaciğer, böbrek fonksiyonlarınız optimum değilse veya genel olarak vücudunuzun eliminasyon sorunu yaşadığını biliyorsanız gıdada antioksidanları arttırıp özellikle karaciğeri güçlendirecek selenyum seviyelerinizi (doğru formundaki takviyeyle) yükseltmenizde fayda var. Karaciğer-böbrek fonksiyonları düşük olanlar için koloidal gümüş kullanırken partikül boyutu çok büyük önem kazanıyor; ne kadar küçük, o kadar güvenli.

Biri 10 diğeri 12 ppm’lik, birbirine oldukça yakın konsantrasyondaki iki ürünün ihtiva ettiği GÜMÜŞÜN PARTİKÜL BOYUTU HİÇ DE AYNI OLMAYABİLİYOR gördüğünüz gibi. O yüzden ürünün konsantrasyonun yanında partikül boyutunun küçüklüğü ve topaklanma yapmadan suda kalabiliyor olması ÇOK önemli.

Vücudumuzda 50’nin üzerinde iz mineral var, işe bakın ki bunların epey bir bölümü cana can katan “ağır metal”. Bizden duymuş olmayın ama bunlar arasında sağlığa en faydalı olanlar Koloidal Gümüş, Koloidal Altın ve Koloidal Bakır. Koloidal gümüş bunlar arasında en bilineni, diğerleri ise dar da olsa sağlık hakkında oldukça ileri bilgiye sahip bir çevrece biliniyor.

Metallerin/minerallerin doğru formu ne demek?

Metaller farklı elementlerle bağ kurmuş halde bulunabiliyor ve bu da emilim ve kararlılıklarını etkiliyor. Örneğin, Erin Brockovich’in film haline getirilen öyküsündeki krom VI’yı hatırlarsınız. Kromun aşırı toksik bir formu bu ve insanda kansere yol açıyor. O zehirli, ama polinikotinat formundaki krom hayatta kalabilmemiz için elzem, insülin mekanizmasında kullandığımız esansisel besin öğesi. O yüzden kalkıp krom her haliyle güvenlidir veya toksiktir tarzı genellemeler yapamıyoruz. Tıpkı arjiri sorununa yol açtığı bilinen gümüş bileşikleri ile salt gümüş atomlarından oluşan koloidal ürünlerin etkisinin birbirinden tamamen farklı olması ve aynı kategoriye konulamayacak olması gibi.

Gümüş henüz krom gibi esansiyel besin öğesi olarak kabul görmüş değil, oysa dışarıdan alındığında sağlığa büyük fayda sağladığını gösteren araştırmalar elbette var. Gümüşü vücuda alırken yine, hangi formda olduğuna dikkat edeceğiz. Mesela tıbbın ilaç olarak kullandığı ‘gümüş nitrat’ (gümüş tuzu/bileşiği olarak geçiyor) yenidoğanlarda körlüğü önlemek için damla olarak veriliyor, fakat bunu ağızdan dahili olarak aldığınız takdirde toksik etki gösteriyor.

NOT: Türkiye’de yok, ancak yurtdışında yaşayan Türk takipçilerimize her sorduklarında verdiğimiz marka ismi ‘Sovereign Silver’ın ürünleri Kanada’da, Kanada’nın FDA muadili kurumu ‘Doğal & Reçetesiz Satılan Sağlık Ürünleri İdaresi’nce ‘İz Element’ sınıfına alınmış, yani sağlığımızı korumak ve idame ettirmek için almamız gereken bir esansiyel element olarak kabul etmiş Kanada gümüşün bu formunu. Hatırlarsanız zaten tıbbi değeri iyi bilinen mantar, deniz yosunları ve kenevir tohumu gibi bitkisel ürünlerde iyonik halde bulunduğunu belirtmiştik gümüşün ve elbette içilebilir su kaynaklarında da nano ölçülerde mevcut gümüş.

Bu ölçüleri yakalayan takviye ürün kullandığınızda, iyice küçük boyutundan dolayı gümüş parçacıklarının emilimi artacağından biyoyararlanım oranları da yükselecek. Doğadaki formunda aldığınızda vücut zaten bu partikülleri besin öğesi olarak kabul edip–sindirim prosesinin nihai durağı olan–hücre içine ve dokulara alacak, buralarda gizlenmeyi seven ve vücudun güvenlik radarından kaçan patojenleri de haklayacak demektir. İşi bittikten sonra da vücut bu boyutu iyice küçük partikülleri rahatlıkla (genellikle 24 ila 48 saat içerisinde) vücuttan temizleyecek, ya idrarla ya da safranın yardımıyla dışkı yoluyla dışarı atacaktır.

ARJİRİ VAKALARI

1900’lerin başında 300 kadar vaka tanımlanmış arjiri ile ilgili. Bunların neredeyse hepsi doktorların uyguladığı terapiler sonucu oluşmuş, geri kalanı da endüstriyel iş kazalarında gümüş tozu veya buğusu solunduğunda meydana gelmiş.

1900’lerin başında doktorlar kullandıkları gümüş bileşiklerinin karaciğer ve böbrekte oluşturabileceği sorunlardan haberdar değiller, o yüzden de uzun süreli ve oldukça yüksek doz terapileri önermekten kaçınmıyorlar hastalara. Geleneksel olarak allopatik tıbba ‘heroic medicine’ denmesinin nedeni de aslen bu; hayat kurtarmak üzere muazzam çapta ve riskte girişimlerde bulunma, yüksek toksisitede ilaçlar kullanma, cerrahi müdahale ile uzuv/organ kesme gibi… Kullandıkları ürünlerin üretim teknikleri bugünkü standartlarda değil ve dediğimiz gibi, gümüşün yanlış formunu, yani gümüş tuzlarını kullanıyorlar enfeksiyon tedavisinde.

Günümüzde ise hakikaten insanüstü çaba göstererek tamamen kozmetik bir sorun olan arjiriyi geliştirebilmeyi başarmış bir avuç insan üzerinden gümüş kullanımı kötüleniyor, oysa gümüş kullanımının ortadan kaldırabileceği başta antibiyotikler ve AŞILAR olmak üzere antienflamatuvarlar, antiviraller, antifungal ve antihelmintik ilaçların (kemoterapiyi de ekleyebilirsiniz bu listeye) her sene yarattığı sakatlık ve ölüm vakalarının milyonlarla ifade edildiği düşünülürse, gerçeklik algılarımızla ne denli oynanmış olduğu acı şekilde ortaya çıkmış oluyor.

Bu durum, gümüş tuzları ve gümüş bileşiklerinden elde edilmiş yüksek ppm’li (50+) ürünlerin uzun süreli dahili kullanımından veyahut da gümüş tozu solumaktan kaynaklanıyor. Saf gümüş ve saf sudan başka bir şey gerektirmeyen bir proseste kontaminasyona dikkat etmez, elektroliz işlemini hızlandırmak için suya tuz katar, saf su yerine musluk suyu veya başka herhangi bir tür su kullanır veya işin içine protein sentezi katarsanız ve ortaya çıkan ürünü görülmemiş miktarlarda ve gerekmediği halde aylar, hatta yıllar boyunca içmekte ısrar ederseniz evet, arjiri sizin için gerçek bir risk.

Koloidal gümüş konusunda buraya kadar yazdıklarımızdan çıkarımlayabileceğiniz gibi, ideal gümüş solüsyonunda (elektrolizle izole edilmiş gümüşten bahsediyoruz), artı yüklü gümüş iyonları ile çok çok düşük oranlarda gümüş partikülleri ve bunları birbirinden düzgün şekilde ayıran saf su molekülleri dışında hiçbir şey olmamalı! Evde ürettiğiniz koloid 13 ppm’yi geçiyorsa bu ‘ilke’yi ihlal ediyorsunuz demektir. Dışarıdan alıyorsanız yine, gümüş tuzları ve gümüş asitleri kullanılarak çok yüksek konsantrasyonlara çıkılmış ürünler bu kuralı kesinlikle ihlal ediyor demektir.

Gümüş kullanımında risk değerlendirmesi yaparken şu kriterleri düşüneceğiz:

A. Ürünün konsantrasyonu kaç ve tam olarak ne miktarda gümüş almış oluyoruz
B. Ne tip bir ürün kullanıyoruz
C. Ürünü ne sıklıkta alıyoruz

Şunu da belirtelim; burada size aktaracağımız güvenilir gümüş araştırmacılarının önerdiği güvenlik standartları hem EPA ve DSÖ gibi resmi kurumların hepsi eskide kalmış gümüş bileşikleri üzerine yapılmış değerlendirmeleri hem de son dönemde yaşanan arjiri vakalarından yola çıkılarak yapılmış güncel değerlendirmeler harmanlanarak oluşturulmuş.

Arjiri riskini ortadan kaldırmak istiyorsak, bir defa bu fazlasıyla yüksek konsantrasyondaki gümüş bileşiklerinden oluşan ürünlerin ‘Elektrolizle İzole Edilmiş Gümüş’ (EİG) dediğimiz ürünlerden kesinlikle farklı şekilde kullanılması gerektiğini bileceğiz. Satın aldığınız ürün her zaman size düzgün kullanım talimatlarını vermeyebilir, verse de bu yönergeleri dikkate almayanlar da oluyor maalesef. Arjiri dediğimiz sorun gümüşün vücut dokularınızda birikmesiyle oluşuyor ve gümüş daha ziyade deri katmanlarına yerleşmeyi sevdiğinden kozmetik arjiriyle cildinizin rengi solgun, grimsi bir mavi tona bürünebiliyor. Vücudun herhangi bir yerinin rengi dönebilir ama daha ziyade yüz ve tırnaklarda renk dönmesi oluştuğunu görüyoruz. Bu renk dönmesinin sağlığa başka türlü herhangi bir zararı yok, fakat yine de gayet rahat önlenebilecek bir durumken tedbirimizi almakta fayda var..

Son on yılda bildirilen arjiri vakaları arasında iki tanesinin ‘Water OZ’ isimli, gümüş sitratla stabilize edilmiş yüksek konsantrasyonlu gümüş ürünü kullandığı belirtilmiş. 3 vaka da proteinli gümüş (MSP) kullanıcıları arasında var, bir tanesi çok hafif olmak üzere 2 tane de evde üretim yapan ancak musluk suyuna tuz veya salin solüsyon katarak ürettikleri yüksek konsantrasyondaki gümüş klorürün yarattığı büyük boyuttaki gümüş topaklarını uzun süreyle tükettikleri için oluşmuş arjiri vakası var. Düzgün yapılmamış EİG kaynaklı 1 vaka ile 2 tane de EİG’nin aşırı fazla kullanımına bağlı oluşmuş arjiri vakası bildirilmiş (bu son ikisinin tam üretim tekniği ile ilgili bilgi yok).

Arjiri nedir peki?

Dermatoloji İnternet Dergisi’nin 2002 yılı 2. Sayısında yer verilen, Mercer Tıp Fakultesi Patoloji bilim dalından Joshua B Glenn ve Dr. Anna N. Walker tarafından sunulmuş vaka takdimini lütfen sizler de okuyunuz. Sizin için seçtiğimiz bölümler:

“Klinik olarak arjiri dediğimiz durum gümüşün elementer, sülfürik veya selenürlü halinin vücutta birikmesiyle oluşuyor. Dermal ter bezlerinin bazal laminasında yoğunlaşmış düzensiz topaklanmalar/yığışmalar olarak görünmekteler ve bunun dışında saç folikülleri, yağ bezleri, kılcal damarlar ve sinirleri dıştan örten tabaka (adventisya) ile ilişkili konumlarda tespit edilmiş bulunuyorlar. Bazal hücre tabakasında tespit edilen melanin artışı, gümüşün melanin üretimini stimüle ettiği anlamına gelebilir. Gümüş granülleri ve artmış melanin üretiminin birleşmesi, ciltte oluşan donuk mavi renk solmasını açıklayabilir.”

“…Gümüşün tıbbi kullanımı ilk olarak 1647’de epilepsi tedavisinde kullanlmasıyla başlıyor. 20. Yy’ın başlarında Frengi’nin gümüş salvarsan ile tedavi edildiğini, soğuk algınlığının 20. Yy’ın ortalarına kadar ilacının koloidal gümüş proteinleri olduğunu görüyoruz. [4] 1939’da, Hiil ve Pillsbury tarafından raporlanan 239 arjiri vakasının çoğunluğunu, oral veya nazal yoldan alınan gümüş nitrat oluşturmaktadır.

Vaka takdimine konu olan 88 yaşındaki çiftçi. 40 yıl önce kronik sinüzit için 6 SENE SÜREYLE burundan GÜMÜŞ NİTRAT alıyor. O ara tüm cildinde maviye dönme var, zamanla hafifliyor ve 40 yıl sonra sadece GÜNEŞ GÖREN yerlerde kendini belli ediyor.

Arjiri terimi 1816’da Alman hekim Johann Abraham Albers tarafından latince “argentum” kelimesinden türetilmiş.

Popüler Arjiri Vakaları

Stan Jones – 2002 Blue Montana Senato Adayı

Daha kötü üretilemeyecek gümüş koloidini müthiş yüksek dozlarda alarak arjiri geliştiren bu politikacı ABD basınında hayli bahsi geçen isimlerden.

Fakat basının bu hikayede anlatmadığı birtakım ayrıntılar var. Mesela, Jones evde musluk suyu ve tuz kullanarak pilli bir jeneratörle kendi koloidal gümüşünü yapıp içiyor, jeneratörü 1 saat çalıştırdığı için hem ortaya fazlasıyla gümüş klorür çıkıyor hem de aşırıya kaçan elektroliz sonucu üründe koca gümüş topaklanmaları meydana geliyor. Ve senatör adayı bu aşırı yüksek konsantrasyondaki gümüş ürününü en az iki yıl boyunca günde en az 240 ml (çeyrek litre!) tüketiyor!

Eski politikacı seçim yarışını kaybediyor, artık evde de üretmiyor gümüşünü ama bu defa da 100 ppm’lik ve gümüş bileşiği içeren bir ürünü kullanmaya başlıyor ve çevresine de öneriyor. Uzun süreli kullanımda, dozda yine aşırıya kaçıldığında arjiriye yol açacağı kesin ürünlerden biri bu da.

Sonuç: İçeceğiniz veya burna sprey olarak alacağınız gümüş koloidinin üretiminde saf su (distile edilmiş su) ve saf gümüş dışında hiçbir madde kullanılmamalı. İşin uzmanları özellikle suyun kalitesi üzerinde çok duruyorlar, çift distile su kullananlar var bu yüzden. Evde üretiyorsanız, aldığınız jeneratör sudaki iletkenlik arttığında akım gücünü ve süreyi otomatik olarak ayarlayacak kalitede olmalı. Evde de üretseniz dışarıdan da alsanız endüstri standardı olan 10 ppm’den şaşmayınız ve doz olarak günde 30 ml’i (ağır akut hastalık durumları hariç) geçmeyiniz.

‘Elektrolizle İzole Edilmiş Gümüş’ (EİG) ve Arjiri

EİG’le düşük konsantrasyonda üretilmiş koloidler arjiri için en düşük risk profiline sahip olanlar. Bugüne kadar bu metodla üretilmiş ürünle arjiri geliştirmiş bilinen 3 vaka var, bunlardan ikisi muhtemelen çok düşük kalitede üretilmiş ürünlerdi diye düşünüyoruz. Diğer vakada ise kişi 40-45 ppm’lik izole gümüş ürünü kullandığını iddia ediyor ancak bir “solüsyon”un tutabileceği oligodinamik “koloidal” gümüş partikülleri + gümüş hidroksit iyonları toplamında eşiği 45 ppm’nin çok altında geçiyorsunuz zaten. Bu vaka ile ilgili verilen bilgiler yorum yapmak için yetersiz olduğunda sorunun kaynağının tespiti güçleşiyor.

Şirin Baba Paul Karason


Paul Karason 1992 – 1993’te başlıyor gümüş kullanımına. O zamanlar EİG’de güvenli üretim metodu tam bilinmiyor, standardizasyon yok. Mesela “koloidal gümüş” üretiminde elektrik akımında kısıtlamaya neden gidilmeli diye Peter A. Lindemann ilk defa 1997’de makale kaleme alıyor. Tabii kendisinin bu makalesinden sonra da herkes bir anda yeni yönergeleri takip etmeye başlamıyor ve çoğu insan hala iletimi başlatmak için tuz (kabartma tozu kullananlar da var) katmaya devam ediyor suya. Artık biliyoruz, bu yapıldığı takdirde son üründe fazlasıyla bileşik halinde ve/veya düzensiz topaklar halinde gümüş bulunuyor. Karason da verdiği bir röportajda koloidal gümüş yapmaya ilk başladığında “suyun iletkenliğini arttırmak için” bir “başlatıcı” kullandığını itiraf ediyor.

O dönemki teknoloji ve üretim tekniklerine bakıldığında Karason’un ürünlerinde muhtemelen 100 ila birkaç bin ppm’lik gümüş olduğunu düşünebiliriz.

Karason 2008’de arjiri belirtileri göstermeye başlıyor ve fakat yine kendi ifadesine göre gümüş kullanımını bırakmıyor dahi ve bardak ölçüsüyle almaya devam ediyor.

2013’te 63 yaşında kalp krizinden ölüyor, ancak bu da daha önce hastanede aldığı ilaç tedavisinin komplikasyonu olarak gelişiyor, arjiri ile bir bağlantısının olmadığını doktorları ifade ediyor.

Gümüş kullanımını kendisi kadar istismar eden birine az rastlanır herhalde, fakat bu bile düşündüğümüzde gümüşün hatayı ne kadar affettiğini gösteriyor, çünkü herhangi bir ecza ilacında normal kabul edilen doz ve gücü aynı süreyle bunun 100’de biri kadar bile aşsanız bırakın sadece cilt renginiz değişmiş olarak 10-20 yıl daha sağlıklı bir şekilde yaşamayı, renginizin ve hayatınızın çok kısa bir sürede bir daha canlanmamak üzere solacağı kesin.

Sonuç: Sadece ABD’de yılda 10 milyon şişe koloidal gümüş satıldığını, bir o kadar da evde üretip içen olduğunu düşünürseniz, bu bir avuç ekstrem vaka gümüşle yaşayabileceğiniz sorunların ne kadar nadir ve olasılığının da ne kadar düşük olduğunu gösteriyor aslında. Düzgün yapılmış, parça boyutu küçük, içinde envai çeşit bileşiğin cirit atmadığı ve sağ duyulu ölçülerle kullanılan koloidal ürünle renk değiş-ti-re-mez-siniz, mümkün değil. Ürününüzün rengi berrak, konsantrasyonu 10 ila 25 ppm arasındaysa bu şekilde vücuda alacağınız gümüş partiküllerini vücut hiçbir sorun yaşamadan idrar ve dışkı yoluyla duraksamadan temizleyecektir. Bu kadar basit.

FDA’in Toksikoloji departmanında görev yapmış ve şu anda kendi şirketinde ürün güvenliği için test/analiz işlemleri gerçekleştiren Dr. Dana F. Flavin’den güvenlik belgesi alabilmiş şu ana kadarki tek ürün Sovereign Silver Bio-Active Silver Hydrosol™ gibi duruyor. Firmaların kendi güvenlik testleri ve buna bağlı bildirimleri dışında bu şekilde 3. şahıslarca ürünlerinin kalite ve toksisite kontrolünü yaptırma girişimleri elbette piyasada kendilerini bir adım öne çıkartıyor.

Dr. Flavin’in raporundaki şu bilgiyi sizlerle paylaşalım:

Raporunda Dr. Flavin, firmanın verdiği kullanma yönergelerine sadık kalındığı takdirde bu ürünün Arjiri’ye yol açmasının mümkün olmadığını, ayrıca bu firmanın laboratuvar ve üretim kalitesinin ilaç firmalarına denk, hatta onlardan üstün olduğunu belirtiyor.

10 ppm’lik Sovereign Silver marka gümüş hidrosolünün çocuklarda, yetişkinlerde ve ev hayvanlarında kiloya ve ürünün tipine göre (sprey, jel, solüsyon) kullanım ölçülerine buradan ulaşabilir, benzer özelliklerde olduğunu düşündüğünüz ürününüzü nasıl kullanmanız gerektiğine dair, eğer üretici firma herhangi bir yönlendirmede bulunmamışsa, buradan fikir edinebilirsiniz.

Bu markanın sadece doktor vasıtasıyla edinebileceğiniz 23 ppm’lik tipi özellikle ABD’de ve İngiltere’de bazı anaakım tıp mensupları, fakat ağırlıklı olarak naturapati hekimleri ve osteopatlar tarafından Lyme, sepsis ve kanser tedavisinde damar yolundan da uygulanıyor.

İlk bölümde tanıttığımız osteopat hekim Rashid Buttar’ın 2006 yılında meslekdaşlarıyla yayımladığı bir vaka takdiminden kanser tedavisinde gümüş hidrosol ve diğer mikronutrientlerin damar yolundan (ayrıca oral ve rektal yolla) nasıl bir programla ve idari kurumların belirlediği hangi yasal dozlarla uygulanabileceğini hekimlerimiz incelemek isteyebilirler.

Buradaki hastanın allopat onkologu tarafından 5 ay ömür biçilmiş ve pankreas kanseri teşhisi konmuş, fakat pankreatik kanseri ortomoleküler yöntemlerle tamamen temizlemeyi başarmış yaşlı bir kişi olduğunu belirtelim.

Kanser tedavisinde bu Tamamlayıcı Alternatif Tıp yöntemlerini uygulamak isteyen hekimlerin önce belirli bir eğitimden geçmeleri gerekiyor ABD’de. Türkiye’de kanunlar nedir, bilmiyoruz, ancak ilgilenenler için Buttar’ın yayınında belirttiği eğitim kurumunun linkini verelim: http://www.amespa.org/


GÜMÜŞ VE KANSER

Gümüş nanopartiküllerinin kanser tedavisindeki etkinliğini çalışan çok sayıda çalışma var, bunlardan biri de 2012’de platin bazlı kemoterapi ilacı Cisplatin ile gümüşün etkinliğini karşılaştıran çalışma.

Cisplatin, merkezdeki platin atomuna iki klor iki de amonyak molekülü eklenmiş bir ağır metal kompleksi ve çok çeşitli kanser türlerinin tedavisinde kullanılıyor.

Yapılan deneyde gümüş en az bu ilaç kadar etkili çıkıyor kanser hücresi öldürmede, üstelik çok daha az yan etki gösteriyor.

Kemoterapi ilaçlarının dudak uçuklatan maliyeti yanında gümüş o kadar ucuz kalıyor ki, ucuza insan hayatı kurtarmaktansa sistemin en pahalı şekillerde insan öldürmeye halen devam etmesine neredeyse şaşırmayacağız dahi.

Çin’den 2015 tarihli Guo ve ark.’nın çalışmasında gümüş nanopartikülleri reaktif oksijen türleri (ROS) üreten ilaçlarla birlikte kullanıldığında, lösemi hücreleri üzerindeki terapötik etkiyi arttırıyor. Lösemi için yeni bir strateji imkanıdır bu.

ABD’den çık-a-mayan bir diğer çalışmada da (sene 2014) rahim ağzı kanseri hücreleri (HeLa) üzerinde bio-sentetik gümüş nanopartiküllerinin etkisi deneniyor ve HeLa hücrelerinde gümüşün reaktif oksijen türleri (ROS) üreterek apoptoz oluşturduğu görülüyor.

2010 yılında bir diğer ABD dışı çalışmada Franco-Molina ve ark., koloidal gümüşün (1.75 – 17.5 ng/ml’de) MCF-7 meme kanseri hücrelerinde sitotoksik etki gösterip göstermeyeceğine bakılıyor ve sonuç… evet, gümüş nanopartükülleri bu hücrelerde de apoptoz sağlıyor, araştırmacılar gümüşü meme kanserinde potansiyel terapi olarak öneriyorlar.

Biyosentez yoluyla oluşturulmuş gümüş nanopartiküllerinin (b-AgNPs) farklı kanser hücreleri üzerinde (insan akciğer kanseri hücreleri, fare melanom hücreleri, insan meme kanseri hücreleri) anti-kanser aktivitesi gösterdiğine dair çalışmalar literatürde mevcut. b-AgNP’ler ayrıca antibakteriyel aktivitede de kimyasal yolla sentezlenmiş gümüş nanopartiküllerine (c-AgNP’ler) göre üstünlük gösteriyor. Bu nanopartiküllerin fare kardiyomiyoplasti normal hücre hatları, insan umbilikal damar endotel hücreleri ve Çin hamsteri over hücreleri ile biyolojik olarak uyumlu olduğu da tespit edilmiş ki bu da b-AgNP’ler’in gelecekte ilaç dağıtım sistemi olarak kullanılabileceğine işaret.

Gümüş, Kanser, Kökhücreler ve Dr. Becker

Bütün bu modern araştırmalar gayet iyi ve güzel, ancak hiçbiri 1980’lerde gümüşün tıbbi kullanımı konusunda çığır açıcı çalışmalara imza atan, fakat kansere çare bulmak veya elektromanyetik dalgaların insan ve diğer canlıların sağlığına olumsuz etkilerini ortaya koymak gibi günahları işleyenlerin kaderi olarak devletin kara listesine alınarak çalışmalarının önü kesilen dahi cerrah Dr. Robert O. Becker’ın keşiflerinin yanına bile yaklaşamıyor.

Yazının başında kitaplarından birini vermiştik hatırlarsanız, gelin bu doktorun çalışmalarına biraz daha yakından bakalım şimdi.

Dr. Robert O. Becker, Syracuse Tıp Fakültesi’nde cerrah olarak çalışırken elektrikle üretilen gümüşün yara iyileşmesindeki etkilerini 1970 ve 80’lerde klinik deneylerle araştırmaya girişiyor.

Vücuda cerrahi emplantasyonla yerleştirilen gümüş çubuklar veya ağlardan çok düşük elektrik akımı geçirilmek suretiyle doğrudan vücut içinde üretilen gümüş iyonlarının hem ortamdaki enfektif ajanları ortadan kaldırdığını hem de hücresel DE-DİFERANSİYASYON denilen bir prosesi tetikleyerek yara iyileşmesini ve doku yenilenmesi sağladığını keşfediyor.

Dr. Becker laboratuvarda kanser hücresi kültürüne çok çok düşük pozitif mikroamper elektrik akımı vermek suretiyle gerçekten çok küçük miktarlarda gümüş iyonları üretiyor ve bu yolla kanser hücrelerinin de-diferansiyasyona giderek yeniden kök hücreye dönüşmesini sağlıyor. Bunlar da daha sonra mitoz bölünmeyle kendilerini yenilemeye ve yeniden diferansiyasyona giderek sağlıklı özel hücre tiplerine dönüşmeye başlıyorlar. Yani, vücutta o an yeni kalp hücrelerine ihtiyaç varsa kök hücreler ona dönüşüyor, prostatsa prostat hücresine dönüşüyorlar vs.

The Body Electric kitabının 8. Bölümünde şöyle diyor Dr. Becker:

“…çok minik pozitif akım vererek enjekte ettiğimiz gümüş iyonlarıyla fibrosarkom [kas dokusu veya yumuşak dokunun habis tümörü] hücrelerinde mitoz bölünmeyi durdurabildiğimizi gördük.

Bir tam günlük maruziyette hücreler tamamıyla de-diferansiyasyona gidip, besi ortamını sık sık değiştirmemize rağmen bir tam ay boyunca bölünmeden kalıyorlardı.

Hiç şüphesiz bu konunun ileride mutlaka derinlemesine araştırılması gerekir.”

Bir diğer kitabı Cross Currents’ta da şöyle diyor:

“…insanda görülen bazı kanser hücrelerine kültürde gümüş iyonu verdiğimizde de-diferansiyasyona gittiklerini gördük.

Çok ağır, kronik kemik enfeksiyonu olan ve yarada kanser geliştirmiş bir hastam vardı mesela. Ampütasyonu reddetti, ki onun durumunda standart tedavi oydu, onun yerine enfeksiyonunu gümüş tekniği ile tedavi etmem konusunda ısrar etti.

Üç ay sonunda enfeksiyon kontrol altındaydı, yaradaki kanserli hücreler de yeniden normale dönmüş görünüyordu. Kendisinden en son bir sekiz yıl sonra haber aldığımda hala hayatta ve sağlığı da yerindeydi.

Bunun salt elektriğin etkisi olmadığını, elektrik voltajı ve elektriğin açığa çıkardığı gümüş iyonlarının birleşik etkisi olduğunu anlamamız çok önemli. Elektrokimyasal bir tedavi bu.

Elimizde kesin kanıt olmasa da tahminimiz gümüş iyonunun şeklinden dolayı gidip kanserli hücre membranının yüzeyindeki bir reseptör grubuna bağlandığı yönünde.

Bu bağlantı kurulduktan sonra gerçekleşen bir elektrik yükü transferi kanser hücresinin çekirdeğine gönderdiği bir sinyalle primitif tip genleri aktive ediyor ve hücre böylece de-diferansiyasyona gidiyor.

Bu hale dönüştüğünde neye dönüşmesi gerektiğine dair talimat bekliyor. Bu proses Rose’un deneylerindekiyle tıpatıp aynı, aradaki tek fark burada de-diferansiyasyon oluşumunun nedeni artı yüklü gümüş iyonlarının beklenmedik eylemi.

Elbette bu tekniğin klinik manada antitümör etkisinden faydalanabilmek için üzerinde çok daha fazla çalışılması gerekiyor. Fakat yine de, aksi epey karanlık ve karamsar gözüken tabloda kesinlikle ümit var edici görünüyor.”

Dr. Becker koloidal gümüş kullanımıyla vücudun yara yerinde kendi kök hücrelerini üretebildiğini ve cilt yaralanmaları örneğinde olduğu gibi cildin dıştan-içe doğru değil, kök hücreler sayesinde içten dışa doğru iyileşme gösterdiğini ve bu yüzden de skar dokusu oluşmadığını keşfediyor.

“Yaptığımız deneylerde kolloidal gümüşün sırf hastalık yapıcı organizma öldürmekle kalmadığını, epey bir kemik büyümesi sağladığını ve yaralı dokularda iyileşmeyi %50’nin üzerinde hızlandırdığını gördük.”

Koloidal gümüş için ayrıca kitabında şöyle diyor: “Bilinen başka hiçbir doğal prosese benzemeyen bir şekilde ciltte ve yumuşak dokularda iyileşmeyi stimüle ediyor.”, “çocukların hücrelerine benzeyen yeni bir tür hücre yapımı sağlıyor. Bu hücreler çok hızlı gelişiyor, şaşırtıcı çeşitte ve farklılıkta pirimitif hücre formları oluşturuyor, sonra da yara almış/zedelenmiş organ veya doku hangisiyse, ona özel hücrelere dönüşüyor [diferansiyasyon], 50 yaşın üstündeki hastalarda bile.”

Gümüşün yanık ünitelerinde ve ameliyat sonrası doku iyileşmesi sağlayan pansuman ürünlerinde hala kullanılıyor olmasının nedeni bu işte. Ciltte bir kesik olduğunu düşünün… O kesiği kapatma, yara yerini kaynaştırma görevi fibroblast denilen hücrelerimizde. İşlerini yapıp dikip kapatıyorlar yarayı ve oluşan skar dokusu de bunun kanıtı oluyor bizim için. Aynı kesiğe gümüş nanopartikülleri uyguladığınızda, oradaki fibroblast hücrelerini (de-diferansiyasyon dediğimiz yöntemle) alıp eski, embriyonik hallerine geri döndürüyor ve kök hücre haline getiriyor. Görevleri yeni doku yapmak bu hücrelerin ve gümüş iyonları yara yerindeki canlı hücrelerle kompleks kurup anında istenilen tip hücreye dönüştürülebilecek kök hücreler yapmaya başlıyor. Müthiş süratli bir şekilde ve iz (skar) bırakmadan yara kapanmış, iyileşmiş oluyor.

Ortopedi cerrahı Dr. Becker, laboratuvarı elinden alınmadan önce yedi yıl boyunca vücutta farklı metal elektrotlar arasında çok düşük doğru akım geçirerek kemiklerdeki iyileşmeye etkisine bakıyor. Denediği altın, platin, paslanmaz çelik vb. metaller arasında en üstün etkiyi gümüş gösteriyor. Vardığı sonuç: Yeterli gümüş iyonu bulunduğu takdirde vücut, ne kadar ihtiyacı varsa o kadar kök hücreyi rahatlıkla üretiveriyor.

“Artı yüklü gümüşün tıbbi dehasını daha ancak anahtar deliğinden görebildik belki de. Bu kadarıyla bile muhteşem bir araç olduğunu gösterdi bize. Kemik yapıcı hücre oluşmasını sağlıyor, akla gelebilecek amansız ne bakteri varsa enfeksiyon filan bırakmıyor ortada, cilt ve diğer yumuşak dokularda iyileşmeyi stimüle ediyor. . . . Araştırma ekibimiz dağılmadan hemen önce kötü huylu fibrosarkom hücrelerini (kanserli fibroblastlar) çalışmıştık ve elektrikle oluşturduğumuz gümüş iyonlarının bunların başıboş mitozlarını durdurduğunu görmüştük. En önemlisi de, bu teknikle bol miktarda de-diferansiye edilmiş [kök hücreye çevirilmiş] hücre yapabiliyor ve böylelikle memeli canlılarda karşılaştığımız en büyük sorun olan rejenerasyon problemini--salt elektrik verdiğinizde kemik iliği hücrelerinden yalnız küçük bir kısmı de-diferansiye ediyor çünkü–aşıyorsunuz. Tam olarak nasıl bir mekanizması var bilmiyorum ama elektrikle ürettiğimiz gümüş iyonu insan blastemaları için yeterli miktarda hücre üretebiliyor; insanda uzuv ve belki de bedenin başka bölümlerinde tam rejenerasyon sağlanabileceğine dair ümidimi pekiştirdi gümüş.

Kanser araştırmaları yapan bir başka doktor, Gary Smith de şöyle diyor:

“[Kanser tedavisinde] Başarı, insanın vücutta taşıdığı gümüşe bağlı. Gümüş varken kanser hücreleri de-diferansiyasyona gidiyor ve vücut sağlığına kavuşuyor. . . . Gümüş hiç yoksa kanser büyümeye devam ediyor çünkü hücreler de-diferansiye edemiyor. Kanserin mevcudiyetinin ve bu hızda artıyor oluşunun muhtemel nedenlerinde biri de insanların gümüşten eksik olmaları bence.”

Öldürmeli mi yoksa islah mı etmeli?

Kanser araştırmalarında daha güncel örnekler olarak verdiklerimiz dikkat ettiyseniz tipik ortodoks tıp yaklaşımını temsil etmekte; kanser hücrelerinin yerini tespit et, apoptoz sağlayacak (yani kanserli hücreyi öldürecek) miktarda gümüşle temasını sağla.

Bul, öldür, yok et… Vücudu iyileştirmeye değil, kanseri öldürmeye bak.

Dr. Becker’ın ta 80’li yıllarda geliştirdiği yenileyici, iyileştirici, dönüştürücü yöntemin yanında hayli inceliksiz ve ilkel kalmıyor mu bu anlayış?

Fakat sistemin istediği artık biliyoruz ki tam olarak bu; hastalıkları idare etmeye yetecek kadar innovasyon için çalışabilir, hedefe doğru minik adımlar atıp bol alkış/ödül alabilirsiniz, fakat ASLA hedefe ulaşmanıza ve herhangi bir hastalığa (hele ki kanser) çözüm bulmanıza müsaade edilmeyeceğini bilmeniz lazım. O zaman Dr. Becker ve onun gibi saymakla bitmeyecek başka örnekte olduğu gibi çalışmalarınız engellenecek, fonlar kesilecek, laboratuvarınız elinizden alınacak ve isminizle birlikte potansiyeli büyük çalışmalarınız da göz önünden kaldırılacak demektir.

Dr. Becker’in kitaplarından yaptığı deneyleri, biyokimyada saplanıp kalmış ortodoks tıbbın dapdar vizyonunun aksine biyo-manyetizm ve biyo-fizik’i de işin içine katarak elektrikle yaptığı çalışmalarla hayvan ve insanlarda doku, organ ve uzuv yenilediği çalışmaları mutlaka okuyunuz. Gümüş ve elektrikle kanseri kök hücre yenileyerek yenme aşamasına geldiğinde klinik çalışmaları için gerekli fonun nasıl birdenbire kesildiğini, ekibinin dağıtıldığını okuyun, sistemi tanıyın.

Bugün son derece invazif, toksik, hatta ölümcül kemoterapi-ameliyat-şua terapisi seçeneklerine mahkum edilen milyonlarca insan için Dr. Becker’in yöntemleri değil, fakat onun yerine (hala yasaklanmamışken) devreye sokabileceğimiz koloidal gümüşün en azından kanser hücrelerini öldürdüğü gerçeğinin tıp literatüründe mevcut olduğunu bilmek bile ümit kaynağı olabilir.

Gümüş insan için esansiyel besin kaynağı olmasın?

Bu soruyu düşündüğüm anda ister istemez aklıma bor minerali geliyor. Yüz seneyi aşkın zamandır bitkiler için esansiyel element olduğu bilinmesine rağmen insan sağlığındaki hikmeti ancak şimdi anlaşılabilmiş, esansiyel mineral listesine eklenebilmiş. Günde ne kadar alınması lazım, onu da bilmiyor “uzman”lar, fakat yokluğunda artrit ve osteoporoz oluşacağını biliyorlar. Meğersem vücutta D vitaminini aktif formuna dönüştüren minerallerdenmiş bu bor, kemiklere kalsiyum emilimini sağlıyormuş, romatizmal artrit tedavisinde iyileşme sağlıyormuş.

Bildiğimiz iyi oldu…

Bilmediklerimiz yüzünden ölebiliyoruz çünkü gereksiz yere…

Tarım arazilerinde genel olarak %85 gibi bir oranda mineral kaybı (buna gümüş de dahil) olduğunu biliyoruz. Toprak boşsa bitki de boş, ondan beslenen insan ve hayvan da sağlıksız. Suni gübreyle yetiştirilen ürünler hep dediğimiz gibi şeklen varlar, içerik olarak ise boş ve daha da kötüsü dengesizler ve bu aşırı dengesizlik yüzünden insan/hayvan biyolojisi ve metabolizmasıyla uyumlu değiller. Daha şelat ajanı olarak da çalışan RoundUp ve benzeri herbisit ve pestisitlerden bahsetmedik bile…Velhasıl bildiğimiz şu; gıdamız ilacımız değil artık.

Normalde maden suyu tüketen, mantara sonbahar-kışın doyan, deniz mahsüllerini hiç aksatmayan, kabuğu alınmamış kenevir tohumu yemeyi alışkanlık haline getirmiş biri değilseniz, ultra düşük miktarlarda da olsa ihtiyacınız olan gümüşten çok büyük olasılıkla eksiksiniz demektir.

Daha önce bahsini ettiğimiz mineral duayeni Dr. Henry Schroeder (1906-1976), gümüş miktarı kişinin ağırlığının yüzde 0.001’inin altına düştüğünde immün sistemin çalışma kabiliyetini yitirdiğini söylüyor.

Gümüşe Günlük Fizyolojik İhtiyaç

Günlük 0.0014 ila 0.08 miligram arasında gümüşe fizyolojik olarak ihtiyacımız var.

Farklı organlardaki gümüş miktarı:

Kemikler:    0.01 ila 0.44 ppm
Karaciğer:   < 0..005 ppm
Böbrekler:  < 0.005 ppm
Kan:             < 0.003 ppm

Koloidal Gümüşün Günlük Hayatta Pratik Kullanım Alanları

Hangi yabancı forum alanına girseniz sağlıkta gümüş koloidleri kullanımı konusunda tecrübeli kişilerin sırf kendileri için değil, hayvan dostları için de gümüşü başarıyla kullandıklarına şahit oluyorsunuz. Hatta hem süs bitkileri hem de uzun süreli saklamak istedikleri yemeklik kök bitkilerinde kullananlar var gümüşü.

Birgün kendimiz üretme aşamasına geldiğimizde gümüşlü mineral suyunu, o zaman bu diğer kullanım alanlarını da deneyimleyebiliriz sanırım. Ama şimdilik, bildiğimiz-gördüğümüz-duyduğumuz kullanım alanlarını kısaca aktaralım:

Baş: Kepek ve kaşıntıyı almada kullanılabiliyor. Günde 2-3 kez uygulanıyor.

Göz:
Enfeksiyon veya iritasyonu almak için koloidal gümüşü doğrudan damlatabilirsiniz göze. Sorun geçene kadar saatte bir 1-2 damla kafi.

Daha kapsamlı etki isteyenler özel kaplarla göz banyosunu deneyebilirler.

Kulak: Dış kulak iltihabında harikalar yaratıyor (kişisel deneyimdir). 4-5 damla damlatıp 2-3 dakika başınız eğik şekilde kulakta tutuyorsunuz, daha sonra doğrulup fazlasını silip alıyorsunuz.

Sinüsler: Burna spreyle püskürtülebileceği gibi damlalık dolusu burna alıp, başınızı geriye atıp boğaza kadar inmesini sağlayabilirsiniz. Ürününüz kaliteliyse (10 ppm’yi fazla aşmıyorsa) istediğiniz kadar tekrarlayabilirisiniz.

Yüz: Koloidal gümüş veya gümüş jelini yüzde kullananlar cilt problemlerinde çok hızlı düzelme yaşadıklarını bildiriyor. Koloidal gümüşlü sabun kullanmayı deneyebilirsiniz veya günlük gümüşsuyunuzdan veya jelinizden sürebilirsiniz.

Dişler: Diş fırçasına püskürtüp gümüşle fırçalayabilirsiniz dişlerinizi veya Norwex gibi firmalardan kılları nanogümüşle kaplı diş fırçası satın alıp deneyebilirsiniz.

Ağız ve diş eti sağlığı: 1 yemek kaşığı gümüşsuyunu ağızda en az 2-3 dakika tutup daha sonra tükürebilirsiniz. Ağız içi aft veya dişeti çekilmesi/kanaması gibi problemler varsa bu işlemi günde 3-4 kez rahatlıkla tekrarlayabilirsiniz.

Traş: Traş sonrası cildi rahatlatmak, kızarıklık varsa almak için beyler sprey şeklinde uygulayabilir veya bir parça pamuk kullanabilir.

Boğaz ağrısı: Gargara! Boğaz ağrısını almaya birebir.

Bağışıklık Desteği: Kalabalık ortama gireceğinizi biliyorsanız veya uçak yolculuğuna çıkacaksanız ya da yüksek tempolu ve stresli bir süreç sizi bekliyorsa, işyerinde insanlar hapşırmaya başlamışsa… Günde 3 kez 1 tatlı kaşığı (yetişkinler) gümüşsuyunu önce dil altında 15 sn kadar bekletip sonra yutmak suretiyle alabilirsiniz.

Koltuk altı deodaranı: Gerekli anlarda bir fıs gümüş veya biraz jel, işlem tamam.

Akciğer enfeksiyonları: Hakkında en fazla geribildirim aldığımız uygulama belki de bu. Nebulizatör ediniyoruz, 5 ila 10 ml gümüşsuyu koyup 5 dakika kadar soluyoruz. Gün içinde ihtiyaç hissedildiği sıklıkta işlemi tekrarlıyoruz. Unutmayalım; hem patojen kırıyor, hem de doku yeniliyor gümüş!

Gıda zehirlenmesi: Homeopatik kitimizi işte tam da bu yüzden yanımızda taşıyoruz, fakat diyelim yalnız gümüşümüz var elimizde, hiç zaman kaybetmeden 30 ila 50 ml’lik koca bir yudum alıyoruz, dil altında filan bekletmeden derhal yutuyoruz. Rahatlayıncaya dek birkaç kere daha tekrarlayabiliriz işlemi.

Güneş yanığı ve diğer yanıklar: Yanmış deriyi rahatlatacak ve iyileşmeyi hızlandıracaktır. Eczanelerden gümüşlü yanık kremi de bakabilirsiniz. Aloevera jeliyle birleştirmek, harika sonuç verecektir. Yangılı bağırsak derinizi iyileştirmek istiyorsanız, o zaman sevgili Robert’ın protokolüne bakıyorsunuz.

Böcek ısırıkları: Sıvı veya jel sürerek kaşıntıyı ortadan kaldırabilirsiniz.

Kesikler, çizikler ve derin yaralar: İyileşme sürecini iyice kısaltmak için pansuman yaptığınız gazlı bez ve yara bandına gümüşsuyu koyabilirsiniz.

Çıban: En etkili çözümlerden biri gümüşsuyu uygulamak.

Mantar: En çok kullanıldığı alanlardan biri. Cilt veya tırmak mantarında etkilenen alanın üstüne sürüyorsunuz.

Tırnak Mantarı: Küçük bir shot bardağına koloidal gümüş koyup mantarlı el veya ayak parmağını içine daldırıyorsunuz. En az 10 dakika tutup gün içinde çoklu kereler işlemi tekrarlıyorsunuz.

Kasık mantarı: Sprey şeklinde uygulayabilir veya jelini günde birkaç kez sürebilirsiniz.

Vajinal mantar: Gümüşle vajinal duş yapılabilir, sprey uygulanabilir.

Ayak mantarı: Sıvı veya jel olarak uygulamak iyileşme sürecini hızlandıracaktır.

Daha gümüşle ilgili yazılacak çok şey, söylenecek çok söz var. Bu bölüme şimdilik son verirken, ileride zaman buldukça güncellemeler yapabileceğimizin notunu da düşelim.

İlaçla, aşıyla, antibiyotikle aramıza mesafe koymak, doğru araç-gerece sahipsek hiç zor değil. Ve ne mutlu ki kendini geliştirmiş, alet çantasını genişletmiş nice geniş ufuklu koca yürekli sağlıkçı dostumuz kapatıldıkları dar kutunun ardında koskoca ve umut dolu bir dünya olduğunun farkına vararak danışanlarına sağlıklarını geri kazanmaları için yardımcı oluyor, sağlıkta idareyi bir daha üçüncü kişilere devretmemeleri adına ihtiyaçları olan bilgi ve desteği kendilerine sağlıyorlar.

Yeni ve umut dolu bir yılda görüşmek ümidiyle,

VG