Yanlış okumadınız, hamilelik bulantısının hayati önemdeki faydalarından bahsedeceğiz bu yazıda.

Hiç düşündünüz mü hamilelik neden bu bulantıyla tanımlanagelmiştir, niye coğrafi konum, din, dil, ırk, sınıf ayırmaksızın belirgin şekilde etkiler neredeyse hepimizi… Niye özellikle ilk trimester diye adlandırılan embriyonik gelişme döneminde ortaya çıkar da daha sonra azalır ve ortadan kalkar? Hikmeti nedir bu bulantının; kokuya karşı hassasiyetin; birden değişen tat duyusunun; canı bir şeyler yemek isteyip de bir türlü yiyebileceği bir şey bulamama, hevesle eline aldığı yiyeceği daha ağza gitmeden ı -ıh diyerek yerine bırakma durumunun; kolunuzu kaldıramayacak denli halden düşme halinin; defaten veya çoklu kereler istifra etmenin .. tüm bunların bir nedeni olabilir mi?

Tıp ne açıklama yapıyor bu konuda bize, önce ona bakalım.
. . .

Açıkçası fazla söyleyecek sözü yok tıbbın gebelik bulantısının işlevi konusunda; sadece gebeliğin nahoş bir “yan etki”si olarak kabul edilegelmiş bugüne kadar. Nedeni konusunda ise büyük ihtimalle hormonal deniyor. 30’a yakın gebelik hormonu var ve bunlardan biri veya birkaçının işi olabilir bu bulantı. Hangisi derseniz, bilen yok. HCG de olabilir progesteron da… Estrojen, tiroksin veya büyüme faktörleri aktivin ile inhibin… Kimbilir?

Tıp nedenini açıklayamadığı pek çok şey gibi bu durumu da bir patoloji, patoloji olmasa bile rahatsızlık verici ve kurtulunması gereken bir müşkülat olarak görüyor ve ortadan kaldırmak, bastırmak için ilaç kullanımına gidiyor. Evet, hamileliğin bu safhasını hiçbir kadın iple çekmiyor elbette, hoşa giden bir durum olduğunu iddia edemeyiz ancak nedeni bir türlü anlaşılamayan ve neye yaradığı tam bilinemeyen, ancak gebeliğin tanımında var olan bir durumun bir fonksiyonu olabileceği tamamen gözardı edilmemeli. Bu anlaşılamama durumu bazı hallerde gebe için fiziksel sıkıntının yanısıra psikolojik zorluk da oluşturabiliyor. Niye mi?

Şimdi kulağa inanılmaz gelse de 20. yy’da, gebeliğinde bulantı ve kusması ağır olan kadınların oral kürtaj yapmaya çalıştığı düşünülürmüş. Kadın ya dişiliğinden, ya kocasından ya da cinsellikten nefret ediyor kusanolmalıymış hakim inanışa göre. Freud’un da bu inanışa katkısı inkar edilemez tabii. 1930’lu ve 40’lı yıllarda kadın gebeliğin başında fazlaca kusuyorsa hekimler ailesinden ve arkadaşlarından gebeyi uzaklaştırıp tek başına hastane odasına alır, kusma tablası filan da özellikle vermezlermiş ki kusma gafletinde bulunursa kendi kusmuğunda yüzsün. Gebelik üzerine yazılmış daha yakın dönem kitaplarda dahi ağır geçen gebelik bulantıları için psikiyatrinin karanlık gölgesini, “gebeliğinle ilgili hazmedemediğin, mideni bulandıran şey nedir, onu bulmaya çalış”, gibi önerilerde ürpertiyle görebiliyoruz. Bugün dahi hemen her toplumda bu durum gebelik bulantısı şiddetli olan kadının hatası, eksikliği olarak görülebiliyor veya hamileliğinde midesinden hiç şikayet etmemiş olanları örneğin ‘şanslı’ addediyoruz.

Margie Profet

Margie Profet

Tam da bu noktada hamilelik bulantısı konusunda tek başına tektonik bir paradigma değişimi yaratmış serbest düşünürümüz, Margie Profet alıyor sahneyi. Asıl ‘şanssız’ olanların bilakis, mide bulantısı yaşamamış olanlar olduğunu söylüyor. Çünkü Profet, gebeliğin başındaki bu tada, kokuya aşırı hassasiyet durumunun bir işlevi olduğunu, doğamızın bir parçası olarak annenin içinde taşıdığı embriyoyu gelişiminin en kritik döneminde, yiyeceklerden aldığımız doğal toksinlerden bu şekilde koruyarak doğum kusurlarını ve düşükleri önlediğini söylüyor. Bu bulantı safhasının bir müşkülat veya hastalık değil, aksine sağlık belirtisi olduğunu belirten Profet, bu tezini de hemen hiç bulantısı olmamış veya hafif bulantı yaşamış gebelerin daha belirgin ve ağır bulantı yaşamış gebelere oranla düşük riskinin 3 kat fazla bulunmuş olmasıyla destekliyor.

Profet hamilelik sürecini gayet anlaşılır şekilde ikiye ayırıyor; embriyo aşaması [gelişim/şekillenme aşaması] ve fötal [fiziksel büyüme] aşaması. İlk aşama, ki takriben ilk 12 haftayı kapsayan dönem organogenez dönemi; yani embriyoda, organ ve organ sistemlerinin oluştuğu dönem.

Gebelik üzerine yazılmış çoğu kitap nedense hep 2. ve 3. trimester’e odaklanır, oysa belli başlı doğum kusurlarının hepsi de ilk trimesterde oluşur ve tam da bu nedenle embriyonun bu dönemdeki ihtiyaçları diğer trimesterlerden çok daha farklıdır diyor Profet. Embriyonun toksinlerden en ağır zarar görebileceği dönem tam da bu elinin kolunun, kalbinin, ciğerin, gözlerinin oluştuğu dönem. Gebeliğin başındaki bu dönemde besinlerden öyle aman aman bir kalori ihtiyacı yok embriyonun. Düşünün 3 ayın sonunda epi topu 45-50 gram ediyor daha. Bu dönemde vücudun önceliği tek hücreden yola çıkıp kusursuz şekillenmiş, eksiksiz bir 3 aylık fetüs yapmak; bunu ilk seferde başarmak zorunda vücut zira geriye dönüp düzeltme yapması için bir ikinci şansı daha olmayacak. İkinci ve üçüncü trimesterlerde ise ceninin ana organları görev başında. Toksin hassasiyeti bir yetişkine kıyasla halen fazla elbette ancak embriyonik dönemdeki kadar etkilenmiyor. Fetüsün hızla büyüdüğü aşamadayız artık, o yüzden de asıl öncelik beslenmede; aldığı proteinde, kaloride.

Bitkilerin kendilerini böceklere karşı savunma sistemlerinden, bitki zehirlerinden bahsediyor Profet. Büyük dozlarda insan için de zehirli olabilen bu zehirler hamileliğin ilk trimesterinde embriyo için büyük tehdit oluşturuyor. Hakikaten de çoğu kadının bu dönemde neden lahana, hardal, biber, kahve gibi kekre tat ve keskin kokulu bitkileri yiyemediğini açıklıyor bu.

“Gebelere tavsiye edilen yiyeceklere bakın”, diyor Profet; “Bol bol brokoli yenmeliymiş”. “Hayır, ilk trimesterde öyle bol bol brokoli yenmemeli. Tamam, brokoli muhteşem besleyici unsurlarla dolu fakat aynı zamanda doğal olarak oluşan pekçok toksin de taşıyor. Hamile kadınların boşuna brokoliden midesi bulanmıyor. Gelişmekte olan bir embriyonun bu toksinlere maruz kalmaması lazım”.

“İlk insanların gebelikte ortaya çıkan bu bulantının ne işe yaradığını bilmesi gerekmiyordu, bulantı sayesinde gayet başarılı bir şekilde hamlilelikte neyi yiyip neyi yememeleri gerektiğini anlıyorlardı. Oysa bugünün modern dünyasında kadınların vücutlarına gebeliğin bu hassas döneminde toksin almamak için bilinçli seçimlerde bulunması gerekiyor. Peki niye ayırt edemiyoruz artık neyin toksik neyin olmadığını? Çünkü artık doğal bir ortamda yaşamıyoruz; yiyeceğin doğasını tat ve koku reseptörlerimizi kolayca atlatacak şekillerde değiştirip toksinleri doğrudan vücuda almış oluyoruz. Çikolatayı ele alalım mesela… Kakao çekirdeği inanılmaz kekredir ama biz bunu bol şekerle bir güzel maskeler, o kekre tadı almadan rahatlıkla yeriz. İlk trimesterde kaçınmak isteyeceğimiz türden şeyler bunlar işte.”

Profet, genetik olmayan doğum kusurlarıyla doğan çok kişi olduğuna dikkat çekiyor. Bunlar arasında normal embriyonal gelişmeyi bozarak kusurlu doku ya da organ oluşumuna sebep olan bazı doğal teratojenler var. Bunun en İyi bilinen örneklerden biri de keçilerini toksin dolu acı bakla tarlasında otlatan ailenin öyküsü. Hamile keçinin iki yavrusu da bacakları sakat doğuyor, annenin kol ve bacaklarında deformiteyle doğan bir oğlu oluyor ve ailenin köpeği doğurduğunda da yavrular aynı kusurla dünyaya geliyor. Laboratuvar deneylerinde de patatesten zengin bir diyetle beslenen hamster’larda, ki patateste de toksin düzeyi yüksektir, yavruların bir kısmının nöral tüp defektiyle doğduğu gözlenmiş. Tıptaki en büyük facialardan birine yol açan bir diğer teratojen; Talidomid. 1950’lerin mucize ilacı, gebelere mide bulantısı için veriliyordu. Kekre tad farkedilmesin diye minnacık haplar şeklinde alıyordu kadınlar bunu. Bebeklerinde uzuv gelişiminin olduğu sürecin 20 gün yakınında aldılarsa bu hapı bebekleri kolsuz veya bacaksız doğuyordu. Hamilelik bulantısının işlevi anlaşılmış, körlemesine tıbbi müdahalelerde bulunulmamış olsa acaba bu tip faciaların önüne geçilebilir miydi, düşünmemiz lazım hakikaten de.

Talidomidden hasar görmüş bebeklerden sağ kalıp büyüyebilenler

Talidomidden hasar görmüş bebeklerden sağ kalıp büyüyebilenler

Profet ilk trimesterde doğal bitki toksinlerinden embriyoyu koruyabilmek için gebelerin kekre tadlı, keskin kokulu yiyeceklerden kaçınmasını, mutlak surette tazeliğinden emin oldukları et ve süt ürünleri tüketmelerini, bitki zehirlerini etkisiz hale getirmek için sebzeleri iyi pişirmelerini, mangal işinden uzak durmalarını, meyve için de ham değil, tam olgunları tercih etmelerini salık veriyor.

Evet, hamilelik bulantısının insanoğlunun türünün devamını sağlayabilmek için geliştirdiği adaptasyonel bir özellik olduğu yönündeki bu teori giderek ağırlık kazanıyor tıp çevrelerinde. Bu, vücudun gebelikte fetüsü gıda kaynaklı zehirlere karşı koruyabilmek için geliştirdiği bir savunma mekanizması aslında. Eskiden hastalık addedilen gebelik bulantısına bu şekilde aktif bir işlev, bu süreçten geçen kadınlara da moral kazandırmış oluyoruz böylelikle. Ancak burada önemli olan nokta vücudumuzun doğal savunma mekanizmalarının sinyallerini doğru okumak, bu sinyalleri farmasötik ilaçlarla bastırmak yerine, tamamen beslenmeyle alakalı bulantıların gebeliği tehlikeye sokacak seviyeye ulaşmadan dindirilmesi veya çözümlenmesinin yolunun da yine gıdalardan geçtiğini anlamak diye düşünüyoruz. Bu konuda Profet’in kaleme aldığı kitapların da ilgiyle okunacağını tahmin ediyoruz. Şimdilik Profet’in teorisinin geniş bir özetini okumakla yetinmek isteyenleri ise buradaki yazımıza davet ediyoruz.

Bu konuyla ilgili bir sonraki yazımızda ise gebelerin bulantıyla ilgili deneyimlerinden yola çıkarak derlenmiş çare önerilerine yer vereceğiz.

Hamilelik bulantısının bir anomali, patoloji veya istenmeyen bir yan etki değil de, insanoğlunun evriminde adaptasyonel bir koruyucu mekanizma olabileceği fikrine katılıyor munuz? Bu konudaki tecrübe ve görüşlerinizi bekliyoruz.